ÖĞRENCİ? HAREKET?
ŞİMDİ, BURADA
MENIN AEDIE THEA...
İMAM'IN GÜNLÜĞÜ
DİKKAFALAR
KENTTEN KAÇIŞ METAFORU OLARAK "ANARŞİZM"
NESR-İ DİLRİŞ
YIKMAK? HADİ ORDAN!
SAPIKLIK BAŞIMA VURDUĞUNDA
"BEN", ZAMANIN NESNESİ MİDİR?
BELKİ...
YUNANİSTAN VE ANARŞİZM
ŞİYTAN BUNUN NERESİNDE
ANARŞİ VE GÜVEN
"Bir tür otoriteye, üniversitenin otoritesine içerlemek kolayca her türlü
otoriteyi kapsayacak şekilde genişler ve böylece öğrencileri sola bağlar. "
(Eric, HOBSBAWM - Kısa 20. Yüzyıl (1914-1991) Aşırılıklar Çağı, sf. 349)
Peki saman alevi gibi parlayan öğrenci isyanları neden kolayca sönüverir?
Kanımca, nedenlere en temel olandan başlamalıyız. "Öğrenci" (Bir eğitim kurumunda öğrenim gören, BÜYÜK LAROUSSE, "Öğrenci" maddesi) dediğimiz şu genç insan ne hayata öğrenci gelmiştir, ne de hayat boyu öğrenci kalacaktır. Bir üniversiteyi (Buradaki üniversite TC'nin resmi üniversiteleridir) bitirmeden diğerinde soluğu alan, ya da bir fakülteyi bitirip ötekine de el atan, yaşamının üçte biri gibi ciddi bir bölümünü bu şekilde geçirmeyi, öyle ya da böyle başarmış, öğrenciliği meslek edinmişleri kastetmiyorum. Bu istisnalar dışında öğrencilik, yaşamın kısa bir bölümüdür. Tercih ettiği meslekte tutku ile artı değer üretecek kişinin, ön sevişmesidir üniversite. Sonra ortalama bir genç gibi mezun olacaktır. İster iyi kazansın ister kötü, hatta mesleğini yapamasın, bir beyin ya da kol işçisi olacaktır. Müstakbel emek kölesidir, kampüsün dışında akıp giden tüketim ilişkilerinin.
Ancak bir yabancı gibi bakar kampüsün dışına. İşçileri bilir, gönülden birliktedir onlarla kantin masalarında ama hiç "işçiyim" dememiştir. Kimisi kadındır. Kadın sorununun bir ucundadır ama hiç "feministim" diyememiştir. Hatta ekolojistleri de destekler, eşcinselleri de ama hep kıyısından, köşesinden, toplumsal hareketin savrulmaya en yakın yerinden...
Yoksulluk nedir bilir, istediği CD'yi alamamanın istediği sinemaya, konsere gidememenin, vasat da olsa yaz tatili yapamamanın ötesine geçmez yoksulluğu. Harcamalarında önceliği, amfinin yanındaki sokakta geçeninkinden çok farklıdır artık. Hatta kimi öğrencilerce farklı olmalıdır da! Üniversiteli olmak giderek elit bir kavram olmaktadır ve elitlerin harcama önceliği de elbet farklı olacaktır, diploma fetişistlerinin değerlerine göre! "Kendilerini sosyalist sayan üniversite gençliğinin aslında büyük çoğunluğu yalnızca sosyalist harekete sempati besleyen kimselerdir. Burjuva milliyetçiliğinin etkisinden kurtulamayan bu gençler burjuva reformist hareketine daha yakındır." (Dimitr, ŞİŞMANOV - Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Kısa Tarihi (1908-1965), sf. 236)
Başta belirttiğim toplumsal kişilik sorunundan sonra, ikincil olarak özgürlüğü sorunludur öğrencinin. Özerk bir özgürlüktür onunki. Hani genç ve yontulmamıştır ya henüz, özgürdür bir ölçüde. Ancak özgürlük de kampüsün içine kitlenmiştir. Bir gün mezun olup gerici geleneğin bir adım önündeki alternatif yaşamından da mezun olur. Çünkü böylesi standart dışı yaşamayı "öğrenci" olmayla özdeşleştirmiştir. Artık öğrenci olmadığına göre yeni bir yaşamı örgütleme iddiasını özdeşleyecek bir "ben" bulamamaz. O, sözde yeni ben, üniversite yıllarında, kampüs kantininde kalmıştır. Şimdi bir başka üniversitelinin ağzında, bir başka dilde kimlik bulmaktadır.
"Öğrenciler giderek, kampüs dışındaki gettolarda oturmaya başlamakta ve böylece üniversitenin denetim sahasının dışına çıkmaktadır." (Alvin, W. GOULDNER - Entelektüelin Geleceği, sf. 115) Ancak burada da istem dışı gelişen bir alt kültürün denetimindedir. Bu yeni kültür bir önceki üniversiteli kuşağın kurallarını yıkmakta, yerine kendi kurallarını koymakta, sonuçta kural koymakta, başta söylediğim özgürlüğün özerkliğine neden olmaktadır. Öğrenci evleriyle sınırları kolayca çizilebilen bu gettolar, zengin olmamakla birlikte, öğrenciler arasında görece bir meşruluğa sahip mahallelerdir. Çinçin ya da Mamak bu konsensusun çok dışındadır artık. Bu gettolara gece aynı rock-bardan çıkıp gelinir. Aynı kitaplar okunur. Aynı müzik albümleri neredeyse her evde vardır. Hatta aynı dizesi okunur şiirlerin. Öğrenci, bu kuralların tekrarlanmasının aracıdır artık.
Bir de ne yeni kuşağın alt kültüründe varolabilen, ne de devrimci bir anlayışın toplumcu kültürünü yaratabilen eski devrimci ailelerin çocukları vardır. "Aslında hareketin 'maya'sı olan, bu ilk başkaldıran öğrencilerin yaklaşık altıda biri sol eğilimli ailelerden gelmektedirler ve bir anlamda ailenin sürdürdüğü politik muhalefet geleneğine katılmış olurlar." (Kenneth, KENISTON - Genç Radikaller, sf. 307) Onların yabancılaşması daha karmaşıktır, ilk anlattığımdan. Yabancılaşmaktadır bu eski devrimci ya da sol eğilimli ailelerin pek gençten dinozorlaşmış çocukları. Maddi anlamda uzaklaşır kuşağından. Sürekli genç ve umutlu olmanın devrimci tohumlarını eker ve hiçbir filizlenme göremez. Tutup zorla çekmedikçe kampüsün dışına, sokağa, hayata çıkamıyordur sıra arkadaşları.
Saydığım iki öğrenci kategorisi hem yaşama hem birbirine yabancıdır. Bir öğrenci hareketi kamusal alanda etkin olabilecek seviyeye gelse de bu, kısa süreli olacaktır. Çünkü eylem sokaktadır, öğrenci kampüste. Dışarının yüzünü ve diğer kategorideki arkadaşının yüzünü ilk defa görmektedir. Nasıl yeni tanıdığımız birine selam verirsek, öğrenci de dışarıya ve arkadaşına selam verip, geçecektir amfideki sırasına! Ona diploma ve statü sunan korunaklı yuvasına dönecektir! Aslıhan İnci
kadın olmak, anarşist olmak, yürümek. eğer bir yol varsa. karşı kültür olmayan bir kültürün tanımlanmasında önemli meselelerden biri olsa gerek, kadınların, kendini hem anarşist hem de feminist diye tanımlayan, tanımlamasa da yaşamı öyle tanımlanan kadınların kendilerine yol açma çabaları.
herhangi bir kültür, karşı kültür, hatta kapitalist kültür içinde yaşama içkin bir biçimde işleyen varsayımlardan, ezme ezilme pratiklerinden azat edilmeye çalışılan bir yol. o sınırlar içinde, kişinin oraya bir şey katamayacağı bilinciyle, gücü ve gerekliliğine inandığı ölçüde kurabileceği savunma mekanizmalarının ağırlığından omuzları kurtaran bir yol. ait hissedilmeyen bir yol. aidiyetin duygusunun gizli mülkiyetinden, im'lemenin açık, gizli tehditlerinden, ki tehdit, görünmez olsa da, sevilerek boyun eğilse de tehdittir ve tehlikesini var oluşunda barındırır, kurtulmuş, var'lığı ifadelendirmeyi olası kılan bir kültür. eğer varsa, ya da var edilecekse. kendi üzerine kapanıp süreçleri öğüten, dili susturan amaçsal kaygılardan uzak olduğu, sonuç süreç çelişkisinde durulan yerin iyi saptanmış olduğuna güvenilerek kabul edilebilecek bir yol. bir yerde konumlanmamış, bir yere ya da şeye göre tanımlanmamış kimlik kurgularının, var oluşlarımızın, içinde nefes alabileceği kadar rahat ve geniş bir yol. Geçmişle ya da gelecekle hapsedilmeyen, geçmişin yapılandırılmışlıklarının ya da geleceğin belirsizlik korkusunun ötesinde, ancak yaşamın şimdi ve burada var olduğu bilgisiyle kendini şimdi ve burada'ya yaslayan bir yol. yan yana gelişleri, belirlenmemiş, sınırlanmamış uzandığı ütopyanın açıklığını şimdiye taşımaya yetecek genişlikte bir kültür. şehirde, dağda, denizde, nefes alıp verişiyle aynı ütopya güneşinin ışıklarını saçacak bir kültür. sessizliği öğretmeyen, sesleri dillendiren bir yol.
topografyası olmayan bir süreklilikte akan.
eğer varsa, ya da var edilecekse. eğer öyleyse, ve kültürün yapıtaşı kişilerse eğer, bizsek yani, etiyle kanıyla soluk alıp veren bizler, kendi çıplaklığından ürkmeyen bireylere dayansa gerek, şimdi ve burada kurulan, hepimizin tek başına varlığıyla
kurduğu ve bir araya gelişlerimizle oluşturduğumuz yol. peki anlamı ne, şimdi
ve burada kadın olmanın?
kadınlığı bir şeylerden kurtarmak ya da kadınlığa bir şeyler katmak çabasından uzak, yalnızca kadınlık olarak ve kendi başına taşıdığı değer için yaşamaya çalışmak. yaşamı, kadın olarak yaşamaya çalışmak. nirengi noktalarından biri bu olsa gerek, eğer varsa. kadınların, erkeklerin, gaylerin ve lesbienlerin kendi yaşamlarını yalnızca yaşamdaki algılarının değeri ve çıplaklığı için yaşamaya çalışmaları gibi. tıpkı.
ama soyunmak gerek, kendi çıplaklığının değerini bilerek, giyinilmiş maskelerden soyunmak. yaşam boyunca etimize işlenmiş olan maskelerin koruyuculuğundan ötede bir güven kurmak, herkesin önce kendi çıplaklığında ve kendisine, sonra bir araya gelişlerin şenliğinde. maskeler, kadın olmanın, erkek olmanın, sözü ve yaşamı kadın ve erkek olarak kurmanın maskeleri. soğanın zarı azıcık kazınınca koruyuculuğunu bırakıp çatal dilli yılanlara dönüşen, sözü ısıran maskeler, kadınlığa, erkekliğe, tüm cinsel var oluşlara giydirilmiş. sağladıkları sahte güvenle payidar, yaşamın her alanında ve anında var olan maskeler. onları çıkarmak gerek. birbirimize yöneltilmiş üçüncü gözün nesneleştiren bakışından kurtulmak.
sıkıştırılmış alanlar değil yaşamın geniş soluğu için. eğer olacaksa, karşı olmayan, kendisi adına var olan bir kültür. İletişim. Eğer kurulacaksa. RAKAM
Teorik lafazanlıklara başvurmak gereksiz: "kadın"ların "erkek"ler tarafından ezildiğinin farkındayım(z). "Kadın" sorununun kapitalizmden çok patriarkiye dayalı bir olgu olduğuna inanıyorum, Marksist jargonla adlandırılırsa aile içinde ve dışında gelişen kadın emeğinin sömürülmesi olgusunu da bir kenara atmadan. Patriarkal toplumsallığın yıkılmasına yönelik çabaların başarılı olduğu ölçüde cinsiyet farklılıklarına dayanan ayrımcılığın (görece) azaltılabileceğini düşünüyorum. Bana kalırsa Batılı toplumların az da olsa çözebildikleri ender sorunlardan birisi de patriarki meselesi - yine de kapitalizme içkin ve biyolojik farklılıklara dayandırılarak bahanelendirilen ayrımcılığın, Batı'da da sorun yaratmaya devam ettiğini hepimiz biliyoruz. Kapitalizm "eşitlerin eşitsizliği" ilkesine dayanır, anarşizm ise "eşitsizlerin eşitliğine".(2) Anarşist söyleme göre siyah, çocuk, kadın, beyaz, eşcinsel, Arap, erkek ve Türk bedensel, zihinsel ve duygusal tüm "farklılıkları" göz ardı edilerek "eşit" sayılır. İdeolojiler onları düşünenleri ne kadar etkiler bilinmez ancak bu tanımlama -en azından teorik olarak- herkesin eşit olduğuna inancımızı ifade eder.(3) Anarşizm olsa olsa özgürleşmeye yönelik bir esin kaynağıdır; ancak öte yandan bireyler "kadın"lıklarından ve "erkek"liklerinden kolay kolay sıyrılamazlar. "Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür" diyordu Tolstoy "ama kimse kendisinden başlamayı düşünmez" diye de ekliyordu. Bizler cinsel tercihlerimizi sorgulamadan ve buna bağlı toplumsal rollerimizi yıkmadan bir halt ol(a)mayız. Neyin "doğal" olup olmadığı, neyin "insan doğasına" uyup uymadığı pek de ilgilendirmiyor beni, çünkü "doğallık" işin içine girince hiyerarşinin, heteroseksizmin, patriarkinin doğada da var (ve çoğunlukta) olup olmadığı tartışması içinde buluyorsunuz kendinizi ve anarşizmin bilimselliğe dayandırılma saplantısının ötesinde, idealize ettiğimiz bir ütopya olarak bizatihi varlığını gözden kaçırıyoruz. Varsın, o, akıl-dışı, bilim-dışı, aykırı bir düşünce olsun - önemli olan yıkıcı olduğu kadar da yaratıcı olan insan ruhudur.(4)
"Kadın sorunu" diyordum(k)... Bizler ekonomik ve politik ayrıcalıklara son vermek, burjuvaziyi ve bürokrasiyi ortadan kaldırmak kadar, bunlarla ilintili olsun-olmasın toplumsal ilişkiler içinde filizlenen iktidar yapılarını da yok etmek istiyoruz. Heteroseksizmin eşcinsellik, erkeğin kadın, yetişkinin çocuk üzerindeki otoritesini kastediyorum, yoksa anarşistler dışındaki anti-kapitalist devrimciler için bile, burjuvazi ve bürokrasi köklerine kibrit suyu dökülesi sınıflardır - ekonomik ve politik eşitliğe ulaşmanın başkaca yolu da yoktur. Öte yandan kadınlar, eşcinseller, çocuklar, Kürtler, siyahlar... cinsel, dilsel, renksel, ve yaşsal gruplar olarak kabul edilmesi gereken sınıflardır. Bu "kabul edilme" durumu bedensel, zihinsel ve duygusal farklılıkların anlaşılmasına ve bu farklılıkların herhangi bir üstlük-astlık ilişkisi oluşturmamasına denk düşer. "Bir savaş var!" derken haklıydı Leonard Cohen;(5) evet bir savaş var belki, siyahla beyaz arasında, kadınla erkek arasında gerçekten de bir savaş var. Ancak bizler karşılıklı olarak ateşkes imzalamadığımız sürece bu savaş devam edecek. "Varolan"ı, ezme-ezilme ilişkisini meşrulaştıran bir ateşkes olmamalı bu; erkeğin kadın üzerindeki "efendi" konumundan sıyrılmayı göze aldığı bir anlaşma olmalı, kadının "kölelik"ten sıyrılmaya istekli olduğu bir anlaşma.(6) Kimseye kimliksiz ve aidiyetsiz yaşamasını "buyuracak" değiliz! "Erkek" kimliğine binlerce kez lanet olsun; öte yandan kendi sorunlarını çözümlemenin bir aracı olarak kadınlar kendilerine özgü bir "kadın kimliği"nde ısrarlıysalar ne diyebiliriz ki... Herkes kendi gettosunu yaratma serbestisine sahip olmalıdır; kadınlar da, eşcinseller de, Kürtler de. Yine de merak ederim Apocular Kürdistan'ı kursaydı Süryanileri ne kadar dert edineceklerdi, kadınlar özgürleşseydi yetişkinlerin ve öğretmenlerin çocuklar üzerindeki iktidarı konusunda ne düşüneceklerdi diye...(7) Kuşkusuz kimse anarşist olmak zorunda değil! Yaşasın kadınlar, yaşasın eşcinseller, yaşasın Kürtler, yaşasın tüm ezilenler!
Her şey bir kenara, bana sorarsanız en iyisi toplumsal rollerimizin bize giydirdiği maskeleri fırlatıp atalım hemen (8), nasıl olsa slogan bulmak da kolay:
Kahrolsun ezenler ve ezilenler! BATUR ÖZDİNÇ
1) İlyada'nın başlangıcı,
"Öfkenin şarkısını söyle Tanrıça..." (İtiraf edilmeli ki, başlıca
entellektüel ukalalık metotlarından birisi de Latince alıntılar yapmaktır!)
2) "Özgürlüğün Ekolojisi", Murray Bookchin
3) "Düşünceler onları düşünenlerden sorumlu değildir." (19. yy sonlarında
Fransız bir aristokratın lafı) Bu arada yeri gelmişken anarşistlerin kadın özgürlüğü
konusundaki "teorik" katkılarından birisini hatırlatmakta yarar var:
Sayılı Osmanlı anarşistlerinden Baha Tevfik'in 1912'de yaptığı çevirilerden
birisi de Odette Lacquerre'in Feminizm - Alem-i Nisvan kitabıymış.
4) "Bayrağımızın neden kırmızı-siyah olduğunu biliyor musun? Kırmızı bu
savaştır ve siyaha gelince; çünkü insan ruhu karanlıktır." İspanya İç Savaşından
bir anarşistin sözleri-aktaran İlya Ehrenburg (Anarşinin Kısa Yazı, Hans Magnus
Enzensberger)
5) "There is a war!" (Leonard Cohen)
6) Anneler oğullarına özel yemek pişirmekten vazgeçmediği sürece bu düzen değişmeyecek!
(Yanılıyor muyum Hatice? Bir defa daha oku Samuel!)
7) Anarşist bir anne olsaydı belki... Bkz. "Zorunlu Eğitime Hayır!"
(Catherine Baker)
8) Jean Genet
(imam sokakta yaşar. mesleği değil, adı imam. arkadaşımız teybin kayıt düğmesine basıverdi. bakalım imam ne demiş?
şu da aynı bu da aynı, farkı ara bul. sendeki gözle benimkinin farkı var mı,
yook, aynı göz, aynı allah gibi. yani arkada şehir var, şehir. kör adamın sana
denk olması için bir şehrin yok olması lazım. ovanın her tarafını sen görüyorsun,
kör adam hiç görmüyor. farkı gör. gördün mü farkı? senin bu foturaf makinen
her zaman geçerli, dünya çapında bir iş amına goyum. yeter ki kullanan olsun
da kullansın. sen uçağa bakar adamsan, insanlarla geçinmeyi bilmeyen adamsan,
belli mi olur, icabında tek gözümü yumdum mu tren kadar büyük resimler yaptırdım.
olabilir, senin makinen tek gözü kör adama yer arar.
bu göz işi, bir tek göz, bir iki gözü kör adama yarar. şimdi ayakta duran kör adam öbürleri yok. harcamış kendilerini. tek gözü kör adam kendini harcayamıyor, foturaf çektiriyor. körün sahibi allah. uçağa bak, ev sesini gördün mü? bazı evlerde düdük sesi olur, bunun gibi. amına goyum bir uçağa binemedim gitti.
bak foturaf gibi tenike kimin aklına gelir, bu tenike foturafın yerine geçer, belli mi olur.
ben orda para toplarım. zabıtalar geliyor, gavur. toplarım, biriktiririm de zabıtalar geliyor alıyor elimden. yakalıyor beni, ben de şaştım. onların foturafını çekebilsen, kafirlerin, aynı ben gibi bir adam. ben işimi gücümü buldum, kuşa dikkat ediyom ya, onlar edemiyor, beni yakalıyorlar. yoksa yakalamıyorlar da şaka mı ediyorlar, belli mi olur?
şimdi senin foturafını en aşağı bir tren kadar değerlendiriyorum işte. tek gözümü yumuyom, iki göz arkamdan çekiyor. tren bak arkada ben hiç görmüyorum, ben burayı ne bilecem mesela. görüyon mu foturaf çıkmadı. arkamı ben nasıl görüyüm.
icabında konuşmanın hastasıyım, belki konuşuyom ya ben, belli mi olur, hepsini allah bilir. bir de böyle foturaf çekelim, bakalım neremizde hastalığımız var.
kendirli merdiven, bilumum foturafa yarar. kendirden yapılmış apartman vardır. apartman merdivenleri, ben çıkıyorum gibi yaparım, karşıki aldanır. merdivenden yukarı çıkıyor diye uçar gibi, uçar merdiven denir ona bir nevi. apartmanın üstüne kendirle çıkıyor, kendirin yaptığı marifeti görüyon, koca okulu sıvadı çıktı, merdiven işte ne bilecen belki bir yalanın birinden bir foturaf çıkar amına goyum. şans işte.
insan yoruluyor hakkat yav... televizyon olsa hiç yorulmam, evde televizyon yok. şimdi bu çalıştığımız hep sinek niyetine biliyon mu? sinek ayağına konacak. sinek icabı çıkmaza girer misin?
bu üzüm yerine göre balon sayılır. dolu yağar üzüm gibi, yağmur yağar üzüm gibi...
evin sandalyesi yok. sandalyede adam asıyorlar. öyle kolay olsa asılmak ben de asılırım amına koyayım. ben denedim de. zor yav... heee, soluğum kesildi, amına goyum. çok zor iş. o şöyledir, şimdi mezarlıkta ölü var. mezar olsa, ölüyü hemen arayacak. hemen beş dakkada foturafını çek, gir mezarın içine, anasını satıyim. ölüyü getirsek keşke mavi binanın orda, resmini çeksek ölünün. bu resimcilik geçmiyor işte. para kadar hükmeder mi, eder. mezarlıkta ölü buldun çektin resmini. oraların resmi sana nasıl geliyor yani, iyi mi, kötü mü resimi acaba? oraya bak oranın yeri iyidir işte. orada araya araya ölü gelir, resmini çekersin. hep bunlar kuşa dayanıyor işte. amına goyum bu işi yapanın, ben de bilemiyom ki bu kuşları.
makineyi iyi yere saklayasın, bak onu da yakıyor bu kafir. benim derdim onda, güneşte. dışarı oturuyom öyle yakıyor ki beni, benim derdim de senin derdin de o işte. güneş yakıyor bizi, gece neye yakıyor de mi! ağzım kuruyor, niye kuruyor bu avradını siktiğim ağız. balon, uçan balon var gardaş. ne senden, ne benden uçan balondan. bu lastiği görüyon mu, bu lastiği giyince nasıl yorgunluğum gitti. ağzım kuruyor, gece sıcak bizi yakacak. buradan su akıyor gece gündüz, çeşmenin tersi işte. kedilere bak gördün mü? onları çek. kediler daha iyi duruyor bizden. bak, bak, öküz niyetine de olabilir. öküz... inek... öküz de dört ayak bu da dört ayak. öküz yerde gezer, bunlar çatıda gezer.
benim ağzım kurudu niyeyse laa... bu kedileri çeksek amına goyum, ağız kuruması belki geçerdi. ağzım öyle kurudu ki, bir yorgunluk geliyor ki... (devam edecek)
Sürüler gelir yavaş
yavaş artık onların gelecekleri yoktur. Onlar ki
karınca suda balık kadar çokturlar ve onlar ki sağılmak güdülmek için vardırlar
Derler ki
En büyük başkan
Kralımız şefimiz şanımız
Sensin bizi var eden
Sen olmazsan, biz, birbirimizi yeriz
Sensin bizi kurttan koruyan
Temsilcimiz, vekilimiz, herşeyimizsin, sen; ey başkan
Başkan gergin göbeğini
hoplata hoplata güler ve:
Çok doğru söylediniz billahi
Lakin ben sizin için varım ne olur ben olmazsam?
Sürü Hepbirağızdan
Biz birbirimizi yeriz
Başkan gevreyerek:
Hem kurt da kapar sizi
Hem de çiğ süt emmişsiniz, çiğ çiğ yersiniz birbirinizi
Hem sadece ben mi?
Köpeklerim olmazsa yoldan çıkar kaybolursuz billahi
TEKNO-LOJİ, TEKNO-LOJİ
PARA-LOJİ, PARA-LOJİ
İDEO-LOJİ, İDEO-LOJİ
TEO-LOJİ, TEO-LOJİ
Diye havlar köpeklerim,
Sizi böyle idare ederim…
Kim karşı çıkabilir TEKNO-loji'ye?
O değil mi ki; sütünüzü attırmak için sizi sağlıklı tutan?
O değil mi ki; sizin yaşamınızı kolaylaştıran?
İşte araba; çalışmaya kolayca gidiyorsunuz (ahmaklıktan trafik kazasında ölüyorsunuz)
İşte traktör; yiyecek üretiyor aç kalmıyorsunuz (hormonu salaklığınızdan katıyorsunuz)
İşte elektrik; geceleri TV seyrediyor ( ne tüketeceğinizi öğreniyorsunuz)
İşte cep telefonu (beyninize yakın tutsanıza biraz!)
PARA-loji değil midir, kitaplarınız, tarihiniz, düş-ün-ce-leriniz,
Umutlarınız, isyancıbaşlarınız, zindancılarınız, hokkabazlarınız ve madrabazlarınız?
İlüze olmalarınız,
GOOL diye bağırmalarınız,
TEO-loji diye havlar köpeklerim
Gözlerinizin arka tarafını, nasıl zincirlerim TEO-loji olmasa?
Bu dünyada yaşamadınız, bari öbür dünyada…
İşte bunun için havlar köpeklerim!
Sürü hep birağızdan:
Yaşa başkan, sen çok yaşa
Sen olmazsan biz yeriz birbirimizi
Düzen olmazsa, nizam olmazsa, nasıl var oluruz biz?
Vekilimiz, temsilcimiz, sözcümüz, beynimiz turpumuz limonumuz
Tarla da beliren
fareler ise sürüye:
İnanmayın başkana kendine yontuyor hep
İktidarı alın elinden, bize verin
Bak nasıl yaratılırım yeniden
TEKNO-lojinin iyisini yaparız
PARA-lojiyi KARNE-lojiye döndürürüz
İDEO-loji de tektir zaten
TEO-loji afyona benzer ve biz VOTKA-loji ile hallederiz kökünden
PRO-koyun-terya partisinden!
Başkanın köpekleri koşar havlar hemen
TEKNO-loji, TEKNO-loji kim yaptı bütün moderniteyi?
Başkan değil mi?
İktidarı aldınız da ne yaptınız? PARA-loji, PARA-loji
Siz fareler; ham yapmadan sizi; kaybolun, tarlalardan İDEO-loji İDEO-loji
Birkaç fare direnir,"yılgınlık
yok" derken, köpekler ham yaparlar,
Kalanları bağırır:
İşte gördünüz başkanı; köpekleri, ham yaptı bizimkileri
Ah ne kadar acı; ne kadar yiğittiler, kanları tarlada kalmayacak
İşkence ettiler onlara ne kadar da kötüler gördünüz,
Sürü önce ürkek
sonra tempolu
As, as, as, as, as…!
Bizi kışkırtıp bölmeye çalışanları elbette yiyecek başkanın köpekleri
Pis fareler, huzurumuzu bozdular
İyiki var başkanın köpekleri
Huzurluyuz, mutluyuz, köşeleri döneriz
Sen çok yaşa ey başkan!
Başkan ise kavalıyla çalar:
İyiki var fareler, arada bir
Hareket olmazsa, şişmanlayacak köpekler
Leylim ley
İyiki var fareler, sürü, daha çok bağlandı bana
Leylim ley
Hem artık alıştı köpeklerim; nerede fare görseler ham yapar oldular
Bizimkisi zooor zooor bir iş
Leylim ley
Koca sürüyü sevk ve idare etmek
Leylim ley
Leyliiim ley
Leylim ley
Mezbahaya yaklaşılmıştır,
sürüde erler tek sıra hazırolda bekliyor iken
Bir dikkafa ben vicdani olarak giremem sıraya diye bağrıyordur
Dikkafa:
Korkmuyorum köpeklerinizden havlasalar da herkesin önünde
Isıramazlar mındar giderim sonra
TEO-loji engel buna
İDEO-lojinize ter düşersiniz sonra ha ha ha!
TEKNO-loji kaçar sonra ısırırsa köpekleriniz ha ha ha
PARA-loji gelmez mındar gidersem öbür tarafa ha ha ha
Başkan, önce, görmezden,
duymazdan, geliyim der, sonra dayanamaz
Köpeklerini salar ve fısıltıyla onalra:
Aman mındar etmeyin sadece alın getirin
Fazlaca ısırmayın
Ahıra sokalım da gelsin aklı başına
Dikkafa ahıra atılır
bu sefer de başlar bağırmaya:
Çabuk çıkarın buradan bir şey yiyemiyorum
Rejime başlıyorum fazla kilolarımı atıyorum ha ha ha
Başkan çaresiz,
çıkarır ahırdan, aman köşede dursun da sürü rahatsız olmasın bari
Diye düşünerek kavalına sarılır
Loy loy loy
Nereden çıktı dikkafa
Loy loy loy
Kimse istemese bari böyle
Loy loy loy loy
Geçsen ne olur sanki sıraya
Looy loy loy
Yoksa PARA-loji de istemiyor aslında zorunlu olmasını bu işin
Loy loy loy loy…
Zaman geçer; sürü
uygun adım yürü; mezbahanın bıçakları çalışır:
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
Köpekler havlayıp durur
TEKNO-loji, PARA-loji
İDEO-loji, PARA-loji,
TEO-loji, TEKNO-loji,
PARA-loji, TEO-loji
Fareler sayıca azalmış; arada köpeklere yem; başkana bahane olurlar…
Mezbahanın bıçakları
çalışır;
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
Dikkafalar çoğalır
mı bilinmez
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
Nasıl çoğalır kimse
bilemez
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
Ne iktidar ne de
havlama sesi duymak isterler
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
Uzak mezbahaları
da duymak isterler
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
Ne dirlik ne düzenlik
derler
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
İlle de kardeşlik
isterler
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
Dikkafalar dikkafalar
dikkafalar
Şakır şukur şakır şukur şakır şukur
mAhlAs
KENTTEN
KAÇIŞ METAFORU OLARAK "ANARŞİZM" VE(YA)
İÇE-KAPANIK CEMAATÇİLİĞİN MEŞRULAŞTIRILMASI
Leküm anarşiküm veliye anarşi... (1)
Klişeleşmiş aforizmalarından birinde "Din halkların afyonudur" demişti
Marx, "ancak kalpsiz dünyanın kalbidir." Batıda son yıllarda hızla
yükselen anarşist hareket için de benzeri sözcükleri kullanabiliriz gibime geliyor.
"Gelişmiş" kapitalist ülkelerdeki anarşist hareket, kalpsiz kapitalist
batının kalbidir.
Batıyla doğu arasına kalınca bir çizgi koymuyorum, böyle bir çizgi zaten var. Özel olarak "küreselleşen" kapitalizme karşı çıkmayı anlamsız bulanlar, bu topraklardaki ekonomik krizin son TC hükümetince "kotarıldığını" zannedecek kadar saflar mı yoksa? Ladinci güçlerin 11 Eylül saldırısı batı kapitalizmine başkaldırının trajik bir dışavurumuydu, "aklı-başında" ekonomistlerin son yıllarda dillendiregeldikleri "core-periphery" (merkez-çeper) teorilerinin doğrulanması birazcık da. Kapitalizme "merkez"den karşı çıkışı ifade eden biçimiyle anarşizm, toplumsal radikalizmin sesi olmanın ötesinde "geniş toplum kesimleri"ne yayılmayı becerebildiği ölçüde yaygınlaşacak; işçicilik oynamadan, reformizme bulaşmadan ve entellektüelizme sapmadan. Profesyonelleşmediği sürece sendikalarda olmalıyız, kapitalistleşmediği sürece STKlarda ve eylemenin önünü tıkamadığı sürece sonsuza kadar teori üretmeliyiz.
Bu "biz", bir bütün olarak doğulu-batılı tüm dünya anarşistlerine yönelik bir retorik özünde. İlginçtir, "mainstream" ve alternatif medya yoluyla seslerini duyabildiğimiz "batılılar", bize, bizim meselelerimize bizden daha ilgiliyken, biz "doğulular" çoğu zaman kendi dar kalıplarımızın teorik illüzyonunda ya da kendi kurgularımızın pastoral rüyalarında yaşamayı tercih edebiliyoruz. Kırsal yaşamın erişilmez anarşist bir metafor olarak vurgulanıp durması, komün tozuna bulandırılmış cemaatçiliğin meşru gösterilmeye çalışılması iyi hoş da, anarşizmin bir mücadele, bir isyan, bir devrim geleneği olduğunu savunanların sesi gümbürtüye kurban oluyor. Gümbürtü, özü itibariyle yaratıcı bir eyleme biçimi de olabilir ama bu öyle bir "gümbürtü" ki, primitivistler, mistikler ve cemaatçilerin sesini duyabiliyoruz sadece. Ve söz konusu "egemen" anarşist söylem bu topraklara yayıldıkça, isyanın sesinin megafonik yankısından ziyade bir kaçış söylemine dönüşüyor anarşizm. Tüm bu tartışmalar bağlamında bana sorarsanız, anarşizmin kahrolası bir toplumsal muhalefet hareketi olabilmesi için, kendisine yeni bir cemaat kurmaktansa, bir yıkım ve başkaldırı hareketi olarak örgütlenmesi daha yeğdir.
Bu ya da başka dünyada cennete inanmıyorum, kentte cennet olmadığı gibi kırda olduğuna da. "Aklı karışık" (veya "cool") amorf burjuvazinin bıkkınlığının ifadesi ya da kültürel ve yaşamsal uyumsuzluğun dışavurumu olarak kentten kaçış, bu toplumun kendisinden kaçışın birebir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Bizden iyisi yok! Bu ben-merkezci söylem, kendisinden menkul bütün toplum, grup ve ideolojilerin binlerce yıllık söyleminden fazlası değil; ve biz bu söyleme kendimiz de inanmaya başladığımız sürece diğerlerinden farkımız kalmayacak.
Bizi biz yapan temel farklılığımız, olsa olsa diğerlerini kendimize benzetmeye çalışmamamız ve başkalarına benzemeye çalışmamamız olabilir. Yine de bizler sonsuza kadar onlarla birlikte yaşayacağız; onlarla birlikte yaşamaktan başka şansımız yok ve yaşamalıyız da. Çünkü sonuçta biz -şu an için çok zayıf olsak da- toplumsal muhalefeti oluşturan sayısız güçten yalnızca biriyiz ve tarih tüm bu güçlerin bileşkesi doğrultusunda ilerleyecektir. (2)
BATUR ÖZDİNÇ
1) Muhammed Mustafa,
Kafirun Suresi - 6. ayetten (Leküm diniküm veliye din) değiştirilerek alıntı;
"Benim anarşim bana, sizin anarşiniz size..."
2) Errico Malatesta
Ben olunca ben
bende
Eylesem de ben gibi
Meylesem de ben gibi
Olmaz isem ben gibi
Neyleyeyim ben eyi
Ben gibi olunca eyle meylerim
Kalmaz isem ben gibi
Neyleyeyim ben meyi
Ben gibi kalınca
Meyle eylerim
Demem gayri
Neyim ben nerdeyim
Ben diyince tine
Tin girince tene
Sen gelince sere
Beni sen gibi
Seni ben gibi severim
Çok sıkıldım laf eyledim
Sana derdim zerk eyledim
Son söz edip çekileyim
Dert üstü dert ekmeyeyim
Eyle kalma
Meye kızma
Geyi anla
Köyle kanma
Gel can ol canıma
Olabilir sürçü lisan
Bilir bizi bizden olan
Ferdi fikre ayrı tutan
Utan ulan utan
Bu belki münasebetsizlik ama benim siyah bir benim var en münasip yerimde
Baha Tiktak
Yıkmak yaratıcı bi dürtüdür.
Bazı sözler var
ağza pelesenk olan, yazmaya ya da konuşmaya başlamak için oldukça uygun ve hoşa
giden. Klişeleşmiş laflardır çoğu ama bildiğimiz gibi klişeleşmek doğru olmadığını
söylemez. Yıkmanın yaratıcı bir dürtü hatta en yaratıcı dürtü olması lafı örneğin.
Çok kullanılmasının ötesinde, sözün anlamının arkasında "yeterince"
durulup durulmadığı ya da "yeterince" anlaşılıp anlaşılmadığı belki
de en doğru ve ciddi sözle umursanıp umursanmadığı önemli bence.
"Sizi bilmem ama sürekli bir ağırlık çöküyor benim üstüme ve kalbimi sıkıştırıyor.
Bana lütfedilen kostümlerin verdiği bir ağırlık olmalı diye düşünüp soyunuyorum.
Kostümlerden, rollerden sıyrılmak isteğiyle çırılçıplak kalana kadar soyunuyorum."
Alışkanlıkların anarşistin kendiyle yaptığı derin sorgulamalardan sonra hoş bir netlik göstergesi olabileceğini biliyorum. Aynen alışkanlıkların anarşist için ağır birer pranga olabileceğine inandığım gibi. Yıkıcı olmakla alışkanlıkların sorgulanması arasında ciddi bir bağlantı olduğunu düşünüyorum.
Bakunin herkesin üç aşağı beş yukarı haberdar olduğu biri ve yıkıcı dürtünün yaratıcı olduğunu söylemesi de. Artaud diye yine Bakunin gibi şahsına münhasır, ilginç bir adam vardır. Sürrealist şair, tiyatro adamı bir Fransız. Vahşet ya da Kıyıcı Tiyatro adını verdiği kuramı ile yakın dönem tiyatro ve sanatını ciddi bir şekilde etkilemiş bu adam. Hayatının uzunca bir dönemini de akıl hastanelerinde geçirmiş. Sanat çabalarında vahşet, kan ve tinsin(dir)me dikkat çekicidir. Bedenin yok edilmesinden bahseder ve yeniden varolabilmenin ilk koşulu olarak ortaya koyduğu da budur. Artaud'nun tekrar (istediği biçimle) varolabilmek için ölümü yol olarak görmesi eskiden ve pisliklerinden kurtulma amacına hizmet eder. Yıkmak yaratıcı bir dürtüdür. Yeniyi var etmenin en sağlıklı (ahlaklı) yolu eskiyi yıkmaktır. Eskiyi onarmaya çalışmak ya da üzerine devam etmek reddedilendir. Hastalıklı bedenin yok edilmesi en kesin tedavi yöntemidir. Eski olana karşı çıkılmasının nedeni varoluşunun yanlış temeller üzerine kurulu olduğundandır. Yıkmak fiziksel olanın yerle bir edilmesinden çok daha öte bir anlam taşır. Bakunin'in yaratıcı dürtü dediği şeyle Artaud'nun ölmesi gereken bedeni aynı şeyleri ifade ediyor bence. Kalıplara saldırırken o kalıpların yarattığı her türlü alışkanlık da reddedilmelidir. Yıkım bu anlamda kendini öldürmekle başlar. Ve yine bu anlamda bence her anarşist kendinin katilidir, katili olmalıdır.
"Ama o ağırlık hala üstümde ve hala sıkıştırıyor kalbimi. Can sıkıntısıyla koltuğa atıveriyorum kendimi. Kostümlerden ve rollerden kurtardığımı düşündüğüm çıplak vücuda dikkatle bakıyorum."
Burada devreye bir şey giriyor, vazgeçmek. Bu olmazsa olmaz bir durum, gereklilik ama zorunluluk çerçevesinde olabilecek bir şey de değil. Bu ironik ya da çıkmaz gibi görülse de, durum hiç de öyle değil. Evet, özgürlüğün anlamı vazgeçmekte yatıyor ve vazgeçebildiğimiz ölçüde özgürleşmeye yaklaşabiliyoruz. Bu vazgeçmek aslında kurtulmakla aynı anlama geliyor ama bu durumlar farkındalıkla ve çabayla hallolabiliyor. Ama farkındalık ya da kurtulunması gereken bir şey oldukları konusunda kişinin kendini iknası gerekli ve her durumda bu kolay olamıyor ne yazık ki. Çünkü anarşistlerin en zorlandıkları ve belki de en anarşistçe yıkım, kendini yıkma herkes tarafından göze alınamıyor.
"Damarlarım dikkatimi çekiyor. Farkediyorum ki içi benzinle dolu, kendisi
plastik boru. Tenime dokunuyorum, kafası koparılarak ölen bir yılanın derisi
kaplanmış dışıma. Üstündeki tüyler bir ayıdan çalınan posttan geliyor. Tırnaklarım
dişleri için katledilen filden. Terliyorum sinirden, terim ölen bir çocuğun
kanı. Rengini de biliyorum çocuğun, hepsinin de olduğu gibi ölüm moru."
Bir anarşistin işi yıkmaktır doğru ve bu " işe" kendisiyle başlamalıdır ama kendisini unutmamasına bile razı olunabiliyor ne yazık ki. Her türlü anarşist yıkım anarşistin işi olan yıkımın bir yansımasıdır sadece, devleti yıkmak da buna dahil. Bu yıkım konusunda anarşistlerin kendine sorması gerektiği şeyler olduğunu düşünüyorum. İlgimizi çeken anarşi mi, anarşizan olan mı? Anarşizmi anlamamak ya da bilmemek değil, anarşizmin umursanmaması mevzu bence. Ben bu sözün ciddiyetinin farkındayım ve isteyen bunu bir iç sızısı, isteyen de hakaret olarak algılayabilir. Anarşizan olana sempati duyan ama anarşist olmayan insanlarla olan ilişkilerimiz, anarşizm ile anarşizan olan arasındaki bağ hakkında düşünmek için çok iyi bir fırsat bence. Birçok insan kendi yaşamı ya da çabaları içinde eksikliğini hissettiği şeyler doğrultusunda anarşizan tarzlara sempati duyabilir. Otorite ve hiyerarşiden sıkılan sosyalistlerin (anarşizme değil) anarşizan olana sempati duyması doğaldır. Bu onların en doğal hakkı, duysunlar. Ama bu sempati, anarşistlerin onlarla iş yapma konusunda başka sosyalistlere (hem de anarşistlere) nazaran daha fazla ilgi göstermesine sebep oluyorsa, bu duruma gülmekten başka yapılması gerekenlerden ben emin olamıyorum. Aynı şekilde anarşistlerin özgürlük ve otoritesizlik tutkularının yansıdığı yaşamlarına, anarşizan yaşama, kendi yaşam ve ilişkilerinde baskı gören ve mülk konumuna getirilen insanların sempati duyması var. Çok da haklılar tabii ki. Ama insanların sadece bir kaç anarşizan tarza sempati duymaları, onlara bir başka tanıştan daha fazla yüreğimizi açmak için bir neden mi? Tabii ki benim asıl dert edindiğim bu değil. Belki sadece bir çeşit beyin cimlastiii bu. Asıl merakım biz anarşizme mi, anarşizan olana mı tutkuluyuz? Anarşist olmaya, anarşizmi var etmeye mi çalışıyoruz yoksa anarşizmi kendi takıntılarımıza araç olarak mı kullanıyoruz? Bu devlete karşı duyulan yalnız bir öfkeden, özgür aşkı yaşamaya kadar uzayan bir liste oluşturur.
"İşte bana ağırlık yapan tüm bunlar."
Benim bahsettiğim anarşist olmak, çırılçıplak soyunmak her türlü prangalardan. Pişip gelmek değil, umursamak ve uğraşmak.
"Bu ağırlıktan
kurtulmanın tek yolu var, yoketmek bedeni. Bu beden yıkmaya niyetlendiğimin
en büyük eseri aynı zamanda prototipi. En yaratıcı dürtüyle yıkmalıyım her şeyi
ama önce kendimi. Boktan bir kağıt parçasıyla cisimleşmiş bedenimi."
Hesre Soro
Bu arada tutkunun bir gereklilik ya da başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu sadece kişisel bir bakış, belki de özde gizli bir şey. Tutkunun hep aradığım bir şey olması bir yana, tutkulu olmadığını düşündüğüm ya da tutkululuğu tehlikeli bulan pek çok kişinin yaptığına olan inancı ve uğraşının tutkulu pek çok kişiden fazla olabileceğine de inanıyorum. Bu bendeki belki de bir alışkanlık ama emin olun üzerine hala kafa patlattığım bir şey.
Herşeyin aslına
döndüğüne şahit olmak isterdim ama herşeyin.
Acaba ne derdi neden beni doğurduğunu sorsaydım. Hımm mesela:
- Hey bak! Bunu isteyen ben değildim. Doğurmak çok mu zevkliydi sanıyorsun? Karnında bir yaratık yüzünden aylarca seks yapamamak da cabası!
- Sağolun Hasan Bey. Bu kitaplar başka dünyaların olduğunu gösteriyor bana, kurtulup gideceğim başka mekanları müjdeliyor.
Öğrendiği cümleleri
ne de güzel uyduruyordu durumlara. İşte entellektüel bir sokak kızı.
Kapının daire sınırındaki olmaz olası eril ses:
- Heyy! Küçük bir kaplumbağanın büyük bir cinsel organla nasıl bir bağı olabilir? İkisi de korktuğunda kendi kabuğuna çekilir. Hah hayt! Gerçekten bunu düşünememiş miydin? Hadi be anneciğim neden benden nefret ediyorsun? Kolonyalarından sürünmene yardımcı olmamı ister misin? Bu pis kokudan kurtulursun. Aklıma gelmişken kimbilir kimden olma kızın dün yine şu herifle konuşuyordu. Kızının aklına birşeyler sokacağından korkuyorum. Gerçi bunun için yeterli beyin hücresine sahip olduğunu da sanmıyorum ama... Hah! Neyse. Hadi gecikme. Kışkırtman gereken bir sürü göbekli herif var... Hahh hah hah!
Anahtar sesi her zamankinden fazla heyecan yaratıyorsa septik davranış faideli ve kaçınılmaz olabilir.
- Annem nerede?
- Allahın rahmetine kavuştu desem?
- Üfff! Hiç komik değil.
- Ya bu komik mi?
- Canımı acıtıyorsun. Çek şu ingiliz anahtarını anüsümden!
- Tolstoy'u seviyorum.
Ne bileyim biraz anarşist gibi ama inançlı!
- Her gün daha çok geliştiğini görüyorum. Aferin! Yine de bir genç kız olduğunu
farketmezden geldiğini görmek istemem. Acaba sana biraz allık pulluk mu sürmeli...
Hani ne bileyim şöyle daha kadınca, daha kışkırtıcı, daha...
- Hayır! Asla! Uzaklaşmalıyım.
- Oğlum kız kardeşime
karşılık seninki. Ne diyon?
- Bilmem ki lan!
- Hayır bunu duyduğuma inanamıyorum. Bunlar delirmiş olmalı!
Anahtar küçük yuvasında döner, güvenliği sağlar.
Annesinin kıyafetlerini giyer, makyaj yapar (becerebildiğince)
- Neden bana da ona olduğu gibi olmuyor? Çünkü ben orospu değilim...
- Romantizm, yani
hani aşk gibi bi manada, ne zaman öldü sizce?
- Sanayii-bireyselleşme-yabancılaşma silsilesini anlatmış olmalıyım sana.
- Peki ya.. Iıı şey... Lütfen yanlış anlamayın ama sizce orta yaşlı bir adamla
ergenlik çağında bir kız romantik bir ilişkiye girebilir mi?
- Tabii ki. Bakınız. Lolita.
- Çıldırmışsın
sen! Annem nerede? Bırak beni! Kapıyı nasıl açabildin pis yılan?
- Oğlum Nusret! Çocuk lan daha bu!
- Gel katıl bize, gir aramıza... Hıh hah ha!
Bakın annemi olsa
olsa Nusret öldürmüştür. Yanlış adamı tutukluyorsunuz.
Bunu da Amerikan polisiye filmlerinden öğrenmiş olacak...
- Nusret de kim?
- Abim olacak sapık tabii ki.
- Siz komşu hanım! Burada Nusret diye biri yaşıyor mu?
- Hayır hayır. Sadece Gülsüm hanım ve bu bu şeytan...
- Komiserim komşunun
şüphelenip bizi araması üzerine söz konusu daireye gittik. Evet evet şimdi gözümaltında.
Öyleymiş. Zaten bir hayat kadınından ancak ve de ancak deli bir katil karı çıkar
ne olacak? Di mi ama komiserim? Dalay_lama
"Kimin konuştuğunun
bir önemi yok, birisi kimin konuştuğunun bir önemi yok dedi. Bir gidiş olacak,
ben gidiş olacağım, bu ben olmayacağım, ben burada olacağım, kendi kendime "uzak"
diyeceğim, bu ben olmayacağım, hiçbir şey söylemeyeceğim, orada bir hikaye olacak;
her şey yanlış, kimsecikler yok... Hiçkimse yok !...
Hiçbir şey yok orada!"
Samuel Beckett
Bizler, kentlerde yaşayan insanlar, her türlü iktidarın yanı sıra, zamanın tutsaklarıyız.
Çalışmak, öğrenim görmek, yolculuk etmek... her şey dilimlere ayrılmış, çelik
hücrelerde mahpus düşüyor. Artık zaman insana değil, insan zamana hizmet etmeye
yükümlüdür. Var oluşumuzu devam ettirebilmemiz için saniyelerle başlayıp, yıllarla
biten bu hiyerarşik kurgunun binlerce gereğine boyun eğmek; yani aylarımızı,
yıllarımızı "vatan borcu" için, eğitim için, kölelik için sisteme
adamak zorunda olmak, acıklı ve anlamsız değil midir? İnsanın yalnızca ve yalnızca
bir kerecik yaşadığını unutmaksızın bu dehşet kurgusunu "normal" olarak
kabul etmek, akıl almaz bir durumdur. Gece uyuyan ve gündüz her türlü hizmet
ve itaat çarkı içerisinde eriyen insanoğlu, yaşamış olmanın haz ya da keyifsizliğine
nasıl erişebilir ki? Nice insan bütün ömrünü bu dakikalar ve saatler imparatorluğuna
vakfederek, boyun eğerek, bu kan emici sistemi her gün yeniden yaratıyor. Aramızdan
kaç kişi, "izin(?)" günlerinde tv izlemek... vs. şeyler dışında kendisini
ifade eden ve yeniden yaratan bir meşgale sahibi ki?.. Bize "bahşedilen"
zaman aralıkları bile tüketimi azdırmak ve bizi aptallaştırmaya devam etmek
üzere kurgulanmıştır. Yaptığımız her şey, yine sistemin içinde ve sistemin var
oluşunun devamı içindir. Aptal Cumartesi alışverişleri, Pazar günleri eve hapsolup
maç izlemeler, haftalık temizlik faaliyetleri, tiyatro-sinema kür'leri... hangisinin
içinde "ben" bir öznedir, eyleyendir, bilmiyorum... Sabah 7'de kalkıp
sıkış-tepiş otobüslerle patronumuza-öğretmenlerimize itaat edip, üç-beş kuruş
kazanabilmek için 30 senemizi yok sayıyoruz. Ne zaman yaşamaya vakit buluyoruz,
bunu da bilmiyorum. Her gün "geç kalma" korkusu, uyanık olarak gördüğümüz
bir kabus değil midir? İşten atılıp geç kalma, okuldan uzak kalıp diplomasız
bir "vatandaş" olma korkusu, zamana uyum gösteremeyip "başarısız"
olmanın dehşeti, beynimizi her an kemiriyor. Bir sürü takıntı edinerek, git
gide huzursuz, sabırsız, saldırgan ve ne istediğini ayırt edemeyen "kütle"ler
haline getirildik. Ve bu sistemin "zaman" kurgusu, beynimizi ve kanımızı
emen otoritenin en incelikli kırbacıdır.
Otoriter sistemlerde yaşayan insanların neredeyse hepsi aynı açmazın ve dumurun içindedir. Sistemin insana program sunmadığı bir durumda, insanları "boşluk" ve "anlamsızlık" duygusu sarar. İnsanlar çalışmadığı veya herhangi bir zorunlulukla uğraşmadığı zaman, kendisini gereksiz ve çaresiz biriymiş gibi görür. Oysa ketumlaşmış beyinlerimiz, hayal gücü tükenmiş ve yaratıcılıktan mahrum bırakılmış olduğu için, bu güzel anları reklam izleyerek ya da bir şeyler satın alıp tüketerek harcar, bitiririz.
Yalnızca bir kere yaşamak, bu durumla yan yana geldiğinde korkunç bir ironi yaratmaktadır. Hiç bir zaman "var olmaya ve yaratmaya" fırsatı olmayan insan, böyle bir şansı olduğu durumda da kendini çoğaltmak yerine "işlevsizlik" gibi aptal bir duygunun tutsağı olmaktadır. Yani zaman bize ait olduğunda, "insan" olma şansı şiddetle geri çevrilmektedir.
Ben, ne çalışarak, ne de yaşamımı herhangi bir şekilde ipotek ederek karnımı doyurmak ve barınmak istemiyorum. Ben, sistemin aptal hiyerarşisinin, aptal yöneticilerinin karşısında çalışkan ve fedakar bir karınca olmak istemiyorum. Ben, zamanımı ve hayatımı "mernis" veya "düzenli bir işin" kontrolü altına sunmak, iyi ve gönüllü bir vatandaş olmak istemiyorum. Ben, zamanın akrebinin ve yelkovanının tepemde bir kılıç gibi sallanarak beni sindirmesinden nefret ediyorum. Ben, ölçülebilen değil, su gibi akan ve boğan değil, dingin ve dost bir zamanın içerisinde yaşamak istiyorum. Ben, saatlerin çalışmadığı, özgür bir dünya istiyorum ben zamanın nesnesi değil, öznesi olmak istiyorum.
"Bu dünyadan değil gözlerim,
Geçtim ben, ne varsa geçti.
Bir gölgeyim karanlıkta
Kargaşanın tohumuyum ben."
Paul Eluard
Sami Edip KÖMÜR
Belki de... Yani... Belki öyle, belki de değil. Belki yanlış düşünüyorum, yanlış düşünüyoruz. Belki de yanlış yapıyorum, yapıyoruz. Belki de düşündüğüm ve yaptığım, düşündüklerimiz ve yaptıklarımız doğru.
Belki bu çok da gerekli değil, belki de yapılması gereken bir şey. Belki çok önceleri yapılmalıydı ya da daha vakti gelmedi. Kim bilir belki hiç yapılmamalı, yapılmamalıydı.
Belki bu kadar da olmamalı, belki de bu az bile. Evet, belki de gerçekten saçma sapan bir şey, belki de saçma olmayan tek şey.
Belki bu çok açık değil ya da hiç bu kadar açık olmadı. Peki bu böyle mi olmalıydı? Belki evet, belki hayır. Belki, belkiler çok belirsiz, belki de fazla belirli.
Belki mi? Neden olmasın? Belki olur, belki olmaz.
Belki bir de bunu denemek lazımdı. Belki işe yarar, belki yaramaz. Belki hiç de gerek yoktu. Bilmem. Belki cevabı bulabilirim, belki de bulamam. Belki çoktan bulundu, belki de hiç bulunmayacak. Bilmem. Ya sen? Hesre Soro
Sekiz milyonluk küçük bir ülke Yunanistan. Avrupa'nın şımartılmış çocuğu, AB
sınırlarının sonu. Avrupa'ya doğudan açılan kapı, göçmenlerin ilk umudu.
Sınırdan geçer geçmez bir şeylerin değiştiğini fark ediveriyorsunuz; trenler daha konforlu, kasaba ve köylerdeki evler bu tarafa göre daha bakımlı. Tren tarlaların içinden geçerken, AB'nin kredi desteğini arkalarına alan köylülerin satın aldığı devasa sulama makinelerine hayretle bakıyorsunuz. Ve duvarlar... "Karşı taraf"ın bu taraftan bi farkı da duvarları; irili ufaklı her yerleşim biriminde grafitiler ve anarşist yazılamalar...
Selanik, İzmir'e benzetiliyor. Bizim Kemal Efendi'nin doğduğu ev TC konsolosluğunun bahçesinde korumada, ancak Osmanlının "mirası"ndan geriye pek bi şey kalmamış. Oradaki camilerin durumu burdaki kiliselerden daha vahim, Selanik'te Osmanlılardan kalan tek bir cami var - o da yıllardır restore edilmeyi bekliyor. Anarşistlere gelince; Prag ve özellikle Genova eylemleri, Yunan anarşistler açısından önemli bir katalizör işlevi görmüş. Kara Kedi adındaki işgal evi halen faal durumda. Atina'yla da bağlantıları olan Selanik Anarşist İnisiyatifi (eski adıyla Anarşist Birlikçiler), daha çok gençlerin oluşturduğu zaman zaman molotoflamalara da girişen İsyancı (Insurrectionist) Anarşistler ve işgal evi çevresinde bir araya gelenler belli başlı grupları oluşturuyor. Kentte eskiden anarşistlerin iki radyosu varmış, şu an ikisi de kapalı bulunuyor. Anarşistler 2003 Haziranı'na hazırlanıyorlar şimdiden: AB Bakanlar Kurulu Toplantısı'na! (Unutmadan; bizden de destek bekliyorlar)
Selanik-Atina otoyolu henüz tamamlanmamış, yine AB destekli kredi sayesinde yapımı hala sürüyor. Şehirlerarası otobüsler bize kıyasla oldukça yetersiz; 6 saatlik yolu 0303'le gidiyorsunuz, "muavin" yok, "servis" yok. Selanik'ten bakınca Atina tam bir curcuna kenti - bir nevi İstanbul; yaşamsal açıdan da anarşizm açısından da böyle.
Dört milyonluk nüfusuyla Atina ülke nüfusunun yarısını barındırıyor. Kent merkezinde İstanbul'u aratmayacak kadar trafik sorunu var. Düz bir ova üzerine kurulmuş Atina, yüksek yüksek tepelerine tapınaklar kurmuşlar (bunlardan birisi de ünlü Acropolis). Türkiye'nin stalinisti meşhursa Yunanistan'ın da anarşisti meşhur! Kasım 99'da Clinton'un ziyareti sırasında tabiri caizse (caizdir!) ortalığın ağzına sıçmışlar, Atina merkezindeki bi' çok kapitalist işletmeyi darma duman etmişler. Hemen her 17 Kasım vb. gösteri de benzeri eğlencelerle şenleniyor. Anarşistlerin taktiği şöyle; STK veya solcuların düzenlediği eylemlere kalabalıkça (kimi zaman bi' kaç bin kişiyle) gidiyorlar, gerektiğinde eylem alanına yayılıyorlar ve sonra ortalık toz duman! Bunlar dışında bazen molotoflamalar ve bombalamalar da duyuluyor; 99 başlarında Nikos Maziotis tutuklandığında her gece en az bir kokteyl atılıyordu...
Atina'nın merkeze yakın Beyoğluvari (bir nevi "slum") büyükçe semtlerinden birisi (Exarhia) neredeyse tamamıyla anarşistlerin kontrolünde; en azından duvarlara bakınca böyle algılanıyor. Duvarlarda anarşist afişlerden, yazılamalardan en ufak bir yer bile kalmamış, bazı kiosklarda (büfelerde) bolca anarşist yayın satılıyor. Daha çok göçmenlerin (özellikle Arnavutların) yaşadığı bu bölgede farklı anarşist grupların mekanları bulunuyor.
Diğerlerinin "stalinist-anarşist" olarak nitelediği Dayanışma İçindeki Anarşistler, yine (eski) Anarşist Birlikçiler, Anti-Otoriter Komünistler/Otonomcu Marksistler/Konseyci Komünistler, Total Redciler, kentin Batı Yakasında yerel örgütlenmeleri bulunan anarşistler, İsyancılar, punklar ve adını saymadığım bi' çok başka grup (anarşist kitaplar basan iki yayınevini de unutmamak gerekir)... İki işgal evi faal durumda; birisi Dayanışmacıların, diğeriyse punk ve diğer "freak" (kopuk) tayfanın kontrolünde. Gruplar arasında çeşitli sorunlar var, ancak gerekli durumlarda (dayanışma gerektiren herhangi bir konuda) bir araya gelebilme geleneğine de sahipler. Batı Yakasında faaliyet yürütenler sıkı çalışıyorlar; iki farklı mekanları, ayrıca semt bazında çıkardıkları ve yüzlercesini görünür yerlere astıkları aylık duvar gazeteleri bile var. İsyancılar her zamanki gibi gündüzleri pek ortalıkta gözükmüyorlar. Genova'dan sonra oluşmaya başlayan yeni gruplar da dikkat çekici. En çok merak ettikleri konu ölüm oruçları ve F-tipi karşıtı mücadele, Türkiye konusunda Selanik'tekilerden daha meraklı ve ilgililer. 2004 Atina Olimpiyat Oyunları anarşistlerin görünürdeki ilk hedefi...
Bu gezinin yapıldığı sıralarda Ağustos ortasında içerden çıkan Maziotis diğer anarşistlerin çoğu gibi yaz tatili için adaların yolunu tutmuştu, bu yüzden onunla tanışma şansı yakalayamadım. Yunanistan standartlarına göre fazlasıyla hesaplı fiyata oldukça lüks feribotlarla ulaşabildiğiniz adalar, yabancı turistler kadar Yunanlılar için de tatil cenneti. Yoldaşlarımızın çoğu tatil için Girit'in güneyindeki küçük bir adayı tercih ediyormuş. Tatil ayları dışında da anarşistler her yerde varlar; Girit ve Midilli'deki grupların ismini duydum, Sakız'da yazılamalar gördüm.
Resmi dini Ortodoksluk olan ülkenin hemen her köşesinde adak için ayrılmış küçük kutucuklara rastlıyorsunuz, "güzel hatunmuş!" dediğiniz birinin beklenmedik anda istavroz çıkarması karşısında afallıyorsunuz. Laiklik ve temsili demokrasinin mutlaka bir arada olması gerektiğini savunan TCli Kemalistleri yalanlarcasına, Yunanistan'da resmi din ve "temsili" demokrasi bir arada yürüyor.
Askeri cuntayı "deviren" bir halk muhalefeti geleneği var Yunanlıların. İlginç bir örnek; şu anki (PASOKlu) başbakan yıllar önce cuntaya karşı bombalamalara bile karışmış! Sağcıların bile bizdeki soldan daha "demokrat" olduğunu söylemek mümkün. Yine de herkesin demokrasisi kendine! Batının benzeri bi'çok köşesinde olduğu gibi göçmenler üzerinde ekonomik olduğu kadar yoğun politik baskılar var; söz konusu kesim sayıları yüzbinlerle ifade edilen Arnavutlar. Yunanlılara sorarsanız Arnavutlar hırsız, soyguncu, katil ve "işlerimizi elimizden alıyor". Oysa gerçek şu ki en "pis" işlerde inşaat işçiliği vs. onlar çalıştırılıyor; klasik ucuz işgücü hikayesi. Polis "anarşist" de olsa Yunanlılara "pislik" Arnavutlardan daha iyi davranabiliyor. Geçtiğimiz yıllarda polis sokak ortasında bi' Arnavut'u öldürmüş; duyduğum başka bi olaydaysa yazılama yaparken yakaladığı anarşistleri aramakla yetinmişler, ki, yakalanmalarının asıl nedeni de muhtemelen Arnavut karşıtı yazılamaları karalıyor olmalarından dolayı Arnavut zannedilmeleri.
Sola gelince; toplumsal muhalefetin önemli bölümü halen iktidarda bulunan PASOK (Pan-helenik Sosyalist Hareket) içinde örgütlü bulunuyor. Tahminlerimin aksine PASOK'un "pan-helenizmi" milliyetçi değil, yurtsever, bi nevi (Yunan) Misak-ı Millicisi bi yaklaşımı anlatıyormuş. Solun başka bir etkili gücü de (bizdeki İP ve SİP karışımı) Yunan Komünist Partisi (KKE); yüzde 7-8 gibi oy potansiyelleri var ve mecliste yer alıyorlar. Sol ve İlerici Güçler Koalisyonu'nun (ÖDPvari bi yapılanma) yüzde 3 civarında oyu ve mecliste temsilcisi var. Bu anlamda "illegal" solun varlığından söz edil(e)miyor, "sol" hemen bütün fraksiyonlarıyla parlamentoda temsil edilebildiğinden "sol" ayrı, "anarşistler" ayrı.
"Sol"la anarşizmin 'Marksizm mi Anarşizm mi?' gibilerinden teorik tartışmaları yok denecek kadar az çünkü her ikisinin geçmişi de, bugünü de farklı. Anarşistler arasında yaygın akımlar önceden değindiğim İsyancı (insurrectionist) yaklaşımlar ve sitüasyonizm (durumculuk). Zerzan fazla rağbet görmüyor-henüz bi'kaç broşürü çevrilmiş, anarko-sendikalizm nostaljik bir değer olarak algılanıyor. (Mevcut sendikalar PASOK veya komünistlerin denetiminde ve istediklerini yaptırmak konusunda sorun yaşamıyorlar) Entellektüel olmaktan çok sokağa dayalı bir "gelenek"ten bahsedilebilir.
Sokaklarda anarşistler dışında komünistler (KKE) ve onların gençlik örgütü (KNE) yazılamaları da dikkati çekici. Bir de özellikle Arnavutlara karşı milliyetçi nefreti yansıtan faşist yazılamalar; Altın Şafakçılar. Tabii bizimkiler anında bunların üstünü karalayıp "Hepimiz Arnavutuz!" yazmakta gecikmiyor! Söylenenlere göre eskiden bu kadar "bilinçli" faşo yokmuş ortalıkta, anarşistler bunları döve döve faşist yaptı yorumunu yapıyordu bir başkası da :) Yeri gelmişken, Yunanlıların milli günlerinden birinde PKKliler söz ettiğim faşo Altın Şafakçılarla birlikte gösteri yapmışlar, sonraki gösterilerde solcularla anarşiklerin ağır tepkisiyle karşılaşmışlar tabii ki.
Aslında Apo yakalanana kadar PKK bütün çevrelerden fazlasıyla ilgi görüyormuş, siyasi mülteci başvurularında PKKliler büyük avantaja sahiplermiş ve hatta çeşitli rivayetlere göre başvuranlarla ilgili olarak dolaylı yoldan bizzat onlara danışılıyormuş. Atina'daki Milli Kütüphanenin önünde PKK'nin tek başına açtığı propaganda standı halen faaldi, ancak Apo olayından sonra işler eskisi gibi yürümüyormuş.
Ve mülteciler… Son bi'kaç yıldır geçmişteki kadar "rahat" mülteci kabul etmiyor Yunanistan-özellikle Apo'nun yakalanmasından sonra. Atina'nın güneydoğusunda, Lavrion kasabasındaki kampta PKKliler ve diğer sol örgütlerden mülteciler kalıyor. İllegal Türkiye solunun tüm olumsuzlukları yurtdışında en bariz şekliyle gözlemlenebiliyor; klasik hikayeler, her türlü kaçakçılık işi, kendisine bağımlı mültecilerin çalışıp kazandığı paranın bir bölümüne el koyma vs. vs. Parti Cepheliler Avrupa'nın çoğu yerinde olduğu gibi karşı kıyıda da "örgütlü"ler; oradaki "radikal sol"dan çok "hükümete yakın" çevrelerle ilişki kurmaya çalışan bir dernekleri varmış. Mültecilerin "çömezler" dışında kalan çoğunluğu kendi başının çaresine bakma kaygısında. Gidecek başka bir ülke arıyor bazısı, çoğu tutunamıyor, birçoğu politikayla hala ilgilense de örgütlerinin baskısından bunalmış, uzaklaşıyor. Türkiye solunun bu topraklarda yaşarken tahmin bile edemeyecekleri bir yüzüyle tanışıyorlar, bu yüzden "bunalmış"lar.
Peki ya sıradan insanlar...? Ortalama bir Yunanlı için Türkiye potansiyel bir tehdit. Eee pek de haksız sayılmazlar tam 500 yıl, dile kolay! Bi' de bu yetmezmiş gibi Kıbrıs'ın kuzeyinin işgali. Onlara göre '80 darbesinin etkileri halen ağır şekilde sürüyor, faşizan-militarist bir yönetim var Türkiye'de. Bu yüzden "yarın Ege Adalarının işgaliyle uyanırsak!" korkusu hüküm sürüyor. Kuşkusuz bu paranoya AB süreciyle birlikte epeyce aşılmış diyebiliriz. Yine de tarih hala her iki kıyıda farklı anlatılıyor; mesela onlara sorarsanız İzmir'i Türkler yaktı, Yunan ordusu değil! Milliyetçilik öylesine güçlü bir virüs ki, tartıştığınız (ortalamanın altında) bir anarşist de olsa ve siz kuzeyin TC tarafından işgali konusunda onunla hemfikir de olsanız, Kıbrıs'ı bölen yeşil hattın karşı tarafındaki Kıbrıs bayrağının yanında gördüğünüz Yunan bayrağının, adadaki TC varlığıyla benzeri bi' anlam taşıdığını anlatamıyorsunuz…
Son olarak...
"Sokrates'e adamın birinin çok seyahat ettiğini ama hiç değişmediğini,
hala eskisi gibi katı ve çekilmez olduğunu söylemişler. Bilirim demiş, giderken
yanında kendisini de götürmüştür." BaSuR
GEZER
ŞİYTAN BUNUN NERESİNDE?
Meslekler kaçınılmaz
ve zorunludur şu yaşamımızda. Hernekadar insanın içine sinmese de küçük bir
dişli olma durumu, yaşamı sürdürme gerekliliği karşısında zorunlu kılınandır.
İnsanı ahlakla derin çelişkilere sokmadıkça çalışmak herkesin kabullendiği bir
yaşam gerçeği. İştigal etmeye niyetlendiğiniz meslek dalı sanat ya da edebiyat
olduğunda ise durum çok farklı bir boyut alıverir. İşin içine kimilerinin kabul
ettiği kimilerininse etmediği beceri-yetenek gibi kavramlar girer, bunlar konuşulmaya,
sorgulanmaya ve tartışılmaya başlanır. Tahakküm oluşturacak mı bu ne diye dillenir
kaygılar, profesyonellik kavramları çok duyulur hale gelir. Her türlü çabanız
iştigale niyetlendiğiniz işi yüceltmek olarak görülür. Siz ne kadar yapmaktan
mutlu olduğunuz bu işi hayat görüşünüzün bir yansıması olarak ifade etmeye çalıştığınızı
söyleyin, anlamı yoktur. Şu sanatın tanrısal esinle esrik bir şekilde ve yine
tanrıya yaraşır bir yaratıcılıkla varedildiğine inanan, sanatçıyı bir peygamber
olarak gören Romantik düşünceyi fazla mı ciddiye alıyor acaba insanlar? Ahlakçılığıyla
ya da öğreticiliğiyle kendini toplumun önüne koyan diğer akımların sanatçılarıyla
aynı kefeye mi koyarlar insanı, ki bu muhatabı olanlar kendine anarşist dese
de. Pek çok meslek sahibine nazaran yaptığı işte sistemle daha fazla karşılaşmayı
göze alsa da bu yaftadan kurtulması pek zordur sanatla iştigale niyetlenen zatın.
Bunları yazmamın bir anlamı var tabii ki. Alternatif oluşturmak kaygımızda sanatla
ve edebiyatla daha fazla ilgili olan anarşistlerin yapması gerekenler var. Gereklilikten
öte belki de daha anlamlı olarak bunu mutlu olmanın bir yolu olarak görenler
var. Biz uğraştığımız her şeyde anarşist olanı varetmeye çalışıyorsak sanat
ve edebiyatı bunun dışına atamayız. Yaptıkları işte her anlamda anarşist olanı
varetmeye niyetli insanlar var. Eminim henüz tanımadığımız pek çok insan da
bu kaygıları taşıyor. Anarşizm kendi kültürünü yaratmak zorundaysa, ki öyle,
kendi edebiyatını, kendi sinemasını, kendi tiyatrosunu, kendi müziğini vs. de
yaratmalıdır. Tarzından yayılması ve dağıtılmasına, dilinden performansına kadar
anarşist olanı kendi bulmalıdır. İçi propagandatif sözlerle ve hareketlerle
doldurulmuş yapay bir hale indirgeyemezsiniz anarşist sanatı. Bizlerin her türlü
ilişkileriyle sistemi ve yapıtaşlarını yıkmaya çalıştığı (çalışması gereken)
varoluşumuz gibi yıkıcı olmalıdır sanatımız da. Tabii ki tek başına kurtarıcı
ya da anlamlı değildir, tıpkı aşkı anarşistçe yaşamanın da olmadığı gibi. Tek
başına çok önemlidir ve anlamlıdır tıpkı aşkı anarşistçe yaşamanın olduğu gibi.
Varoluşumuzu örneklendirmek ve göstermek anlamında vazgeçilmezdir eylemek. Karşı
sanatın da muhalif hareketler gibi dünyada yükselişinin yaklaştığına inanıyorum.
1900'ler ve 1960'lardaki patlama 2000'li yıllara da geliyor. Küresellleşmenin
karşı hareketin artmasındaki etkisinin hepimiz farkındayız. Yine farkındayız
ki küreselleşme ekonomik bir birliktelik oluşturma yanında kültürel bir etki
de yaratmaktadır. Oturmaya başlayan küresel yaşam kendi sanat ve edebiyatını
da yüceltecektir. Emin olun küreselleşmenin etkisiyle burjuva sanatı altın çağına
dönecektir. Sinan Çetin'in bir programda küreselleşme savunusu yapması ona küfürlerimi
sıralamamın yanısıra onun da aynı durumun farkında olduğunu gösteriyordu. Onun
seçimi zaten belli. Bu tip insanları çok uygun koşullar ve rahat bekliyor. Karşı
sanat niyetlilerini bekleyense açlık ve zor koşullar. Bu beni mutlu ediyor.
Rus devrimi öncesi ve kısa bir süre de olsa sonrasında da -Stalinin demir yumruğu
ile ezilene kadar- etkili olan 1900'lerdeki ve devrim sözleriyle her türlü kalıbı
yıkmaya çalışan 1960'lı yıllardaki devrimci sanatçıların yaptığı yıkıcı sanat
ve oluşturdukları alternatif iletişim yollarını hatırlıyorum. 2000'li yıllar
da bu anlamdaki devrimci sanatın tekrar etkili olabileceği bir dönemdir. Oportünizm
kokuyor diyen olabilir ama bu sıkıntılı ortam yıkıcılığın sanatta etkili olacağı
döneme dönüştürülebilir. Devrim geliyor falan demiyorum. Çok da umrumda değil
aslına bakarsanız. Dediğim devrimci olanın gelebilirliği. Bu geliş ana hedefi
olan sisteme olduğu kadar bilgiden, sanattan ve edebiyattan korkanlara da toslayacaktır
onu biliyorum. Yapmamız gereken tahakküme araç edilen bilgi ve "kültürel
yavanlığa" karşı, paylaşılan bilgi ve kendi kokusu olan -ki bu koku pis
bir koku nazik burunlar için- karşı sanat ve edebiyatın yaklaştığını müjdelemektir.
Hesre Soro
Bişiiy daha: Çoğu
zaman sesler, sözler, sokaklar kendini anlama ve anlamlandırma çabası olduğu
kadar yardım çağrısıdır da. Ve yine çoğu zaman kızgınlıklar ve küfürler bile
hoş bir gülümseme kadar davet saklar içinde. Bir tebessüm, bir selam, sevgiyle
uzanan bir el, anlama ve anlamlandırma içerdiği kadar moral aşılamaktır da.
Benim için "Bir oyunun örgütlenmesi" biraz da bu aslına bakarsanız.
En çok korktukları da bu zaten ve bu yüzden var tecrit mekanları. En çok katlanamadıkları
da eğlenmemiz. Eylemek ve eğlenmeye...
Madem ille de "bence" demek gerekli, derim: ben yardım istiyorum.
Ve belki de sırf bu yüzden nefret ediyorum çoğunuzdan. Sevginin ironisi (?)
ANARŞİ
VE GÜVEN
Tüm sistematikçilere güvensizliğim var.
Sisteme götüren istenç bir dürüstlük eksikliğidir. (Nietzsche)
Hayatın süregiden sistematikleşme, metalaşma, globalleşme, post(modernleşme,
kapitalistleşme, endüstriyelleşme) süreci insani varoluşumuzu şeyleştirerek,
nesneleştirerek bizleri muğlak, çarpık kişiliklere, nihai olarak denetlenebilen
robotlara dönüştürmektedir. Tahakkümün, üretimin, dağıtımın tüm formlarını elinde
bulunduran sistem aynı zamanda bilimi, tıbbı (genom) ve teknolojiyi de dogmatikleştirerek,
tek boyutlaştırarak varolan sömürüyü ve yabancılaşmayı derinleştirmektedir.
Sistemin bir diğer boyutu ise alternatifi ve değişim niteliği içeren düşünceleri,
söylemleri ve yaşam biçimlerini anlamsızlaştırarak içeriklerini boşaltarak altkültür
ve çokkültürlülük söylemleriyle kendine eklemlemesidir (accumulating).
Aşina olduğumuz bu realitenin toplumu yığınlaştırmasına ve bireyi şeyleştirmesine
bir itiraz olarak vicdani karşı çıkışın YANYANALIK'ında yaşadığımız iletişimsizliği
sorunsallaştırmak ereğinde bir öz-eleştiri olarak güven sözcesini irdeleyelim.
Güven sözcesini sorunsallaştırırken yaşadığımız alt YANYANALIK'ın betimlenmesinin
yanı sıra üst bir bütünlük arz eden sistemin de yeniden tanımlanmasının kritiğinde
alt bir biçim olarak özgüven ile bağlantılı olarak üst bir biçim olan güven
ya da sosyal-güven ikirciği iktidar konjonktüründe değerlendirilmelidir. Yaşadığımız
YANYANALIK betimsel anlamda farklı bireylerin, buluşmamızdan önceki yaşantılarında
politik, sosyal, psikolojik, ailevi, cinsi (gender) vb. bağlamda deneyimlerini
salt gerçeklik olarak içselleştirmelerinden kaynaklı olarak şimdiki yaşantımıza
temkini elden bırakmamak haklılığında farkında olarak ya da farkında olmayarak
dayatması veya sürece çekimser kalmasıdır. Bu durum bireysel farklılıklardan
kaynaklı olarak kimi zaman politik bir duruş şeklinde; sendikalist, etnie (etnik),
feminist, anarko-komünist vb. kimi zaman dedikodu olarak; bilgiç, ukala, şarlatan,
geveze vb. kimi zaman da espri söylencesi olarak; erkçi, pragmatik, oportünist,
kafatasçı vb. tanımlama ve etiketleme biçiminde aramızda süregitmektedir. Bu
nedensellikten dolayı yaşadığımız süreci, sosyalliği yeniden üretememe olarak
tanımlayabiliriz. Bu anlamda herkes baktığı boyuttan dolayı kendisince haklıdır
aynı zamanda başkasına göre haksızdır. Bu durum güven sorununa nedensellik teşkil
eder. Çünkü hepimiz ahkam kesildiğimiz köşemizde birer erkiz, iktidarız ve tahakkkümcüyüz.
Öyle ki hepimiz "içimizde inceden inceye her şeyden sakınarak yarattığı
çocuktan (iktidar)" öyle kolay kolay vazgeçecek değiliz, sadece slogan
atıyoruz. Biz aynı zamanda tanrının külli iradesinin yanında kendimize en azından
bile olsa cüzzi irade vermedik mi, hatta enel-hak söylemi ile bu külli iradeye
ortaklıkta bulunmadık mı (?). Buradan anlaşılan gerçeklik, yaşamın ikamesi ve
devamlılığı iktidarı zorunlu kılmaktadır. Fakat bu iktidar varoluşumuzdur, bireyseldir,
canlı olmanın bir sonucudur. Dolayısıyla irdelenebileceği alan öz-iktidar konjonktüründe
özgüvendir. Öyleyse özgüven; bireysel varoluşumuzun bilincinde olup zorunlu
olarak yaşadığımız doğada doğa ile birlikte kendi kendine yetebilme sorumluluğunun
farkına ulaşmaktır. Özgüven bireyin doğa ile yaşam bağlamında, ölüm ve kalım
meselesi kritiğinde varlık temelinde intihar ya da süreli bir yaşam istencinin
bireyin özgür iradesine bağlı olan durumdur. Sonuç olarak verilmiş bir yaşamı
bireysel boyutta anlamak, anlamlandırmak ya da bu yaşamı sürdürmek içgüdüsel
olarak bireysel iktidarı (öz-iktidar) gerektirir, bu durumun bilinç durumu ise
özgüvendir. Bu süreç doğaldır, fakat rekabetçi, tahakkümcü, sömürücü değildir.
Dolayısıyla yaşadığımız ilişki ağında bu duruma ilişkin olgu bunalım, münzevilik
ve köşesine çekilmek olur. Ne var ki YANYANALIK'ımızda sorun olan durum bu değil
daha önce betimlediğimiz olaylardır. Öyleyse sorun sosyal-güven ve üst bir bütünlük
arz eden sistem içerisinde tahakküm konjonktüründe çözümlenmelidir.
Üst bir yapı olarak sistem farklı düzeylerde ve perspektiflerde tanıtlanmıştır.
Fakat biz sistemi tahakkümün, baskının ve sömürünün merkezi olarak lanse ediyor
ve kavramsallaştırılan boyutları dahilinde bir bütün olarak kabul ediyoruz.
Yani, sistem hem modernizm hem kapitalizm hem de devlettir. Dolayısıyla sistem
bir üst yapı olarak dayatmalar, yönetmelikler ve yasalar çerçevesinde kurulmuş
elit ve militarist yapının doğal olmayan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi ölçütünde
doğayı onun muhteviyatını kendi çıkarları uğruna fütursuzca kullanan bu anlamda
karşı çıkışları terörizm olarak beyan eden ve şiddet kullanımını kendi tekeline
alan bir kurumlar bütünüdür. Sistem kendi nesnesini güven konjonktüründe Hobbesvari
söylemde "toplum sözleşmesi" olarak beyan edip "insan insan kurdudur"
ibaresiyle meşrulaştırmaktadır. Öyle ki, sistem, güveni, kendi sürecine eklemlemek
ve kendini meşrulaştırmak ereğinde sosyal güvenliğe ve polisliğe (policy) kadar
indirgeyecektir.
Dolayısıyla doğallık, sistem söylemiyle rekabet, reklam ve güçlünün kazandığı
dünyadır. Bu anlamda YANYANALIK'ımızda yaşanan güven sorunu tamamıyla sistemin,
anaokulundan başlayıp kışlada son bulan zorunlu eğitim süreciyle bize dayattığı
kasti değişikliğin bir sonucudur. Buna karşın anarşist duruş, güveni sorunsallaştırarak
aşkın (transandantal) bir metodolojiyle özgüven olarak belirler. Yani güven
sözcesi, sosyal güvenlikten ziyade ilksel anlamda öz (essence) olarak aslında
özgüvendir. Sistem, yabancılaşma süreci olarak varlığı özünden kopartarak varlığın
kendisini unutmaya mahkum etmedir. "Modernleşme, varlığın unutulması sürecinin
zirvesidir" (Heidegger). Bu sürecin, yabancılaşmanın bizdeki güven boyutu
ise tahakküm, cehalet ve esarettir. "Yabancılaşma daha fazla cehalete ve
esarete götürür" (Zerzan). Anarşist düşünün güvene dair tutumu bireyin
doğada doğa ile birlikte varlık temelinde kandi kendine yetebilirliğinin bilinci
olarak özgüvendir. Bunun toplumsal boyutu karşılıklı yardımlaşmadır ve doğal
biçimi ise ekolojik sözleşmedir.
Burada yaptığımız sadece dil çözümlemesi olarak güvenin sistem içerisinde içerik
olarak nasıl değiştirildiğidir. Çünkü "dil sadece metaforiktir, özne sadece
dilin ve düşüncenin bir ürünüdür". Aynı şekilde dil sistem olarak gramer
ise sorunun temelini sistematikçiler belirler. Dolayısıyla, güven ihtiyacına
dair çözümlemeyi dürüstlük perspektifinden yapmak gerekir. "Tüm sistematikçilere
güvensizliğim var. Sisteme götüren istenç bir dürüstlük eksikliğidir" (Nietzsche).
Güven ihtiyacı sosyallik içerisinde bulunan bir iktidar olarak öznenin ilişkiler
ağında ortaya çıkan tahakküme karşı kendini koruma içgüdüsüdür. Oysa bir nesneleştirme
süreci olan sistem bireyin katatonik (irade kitlenmesi) korkusudur. Ne var ki
bizler yaşantımızda ister istemez birileriyle herhangi bir platformda ilişki
kurmak ihtiyacını da aynı zamanda hissetmekteyiz. Bu anlamda ilişkiler ağında
güven nasıl çözümlenmelidir ki tahakküm, baskı ve sömürü odağı olan sistem yaratılmasın?
Eğer sisteme götüren istenç (irade) dürüstlük eksikliği ise o zaman biz dürüst
olmak durumundayız. Dolayısıyla dürüstlük; iyinin ve kötünün ötesinde bilinemezlik
(agnostizm) ile hakikat arasına gerilmiş iptir. Yani dürüst olmak ahlaki bir
tutum olarak salt iyilik kaynaklı bir erdemli olma çabası değildir ya da başkalarının
kötülüklerinden dolayı cezalandırma olarak öç alma da değildir. Çünkü iyinin
ve kötünün kriterlerini söyleyen egemene itibar etmemektir. Aksine bir arayış
süreci olarak yaşamda kendi haysiyetini koruyarak kimsenin haysiyetine zarar
vermeksizin kesin belirleyici olmaktan kaçınmaktır. Dürüstlük varoluşun (becoming)
süreli durumunda bilinemezlik ile hakikat arasında bir arayış süreci ve özgüven
yaratımıdır. Ancak sosyallik durumunda tüm anlamlandırma formlarının öznesi
olmaktan kendini soyutlayarak aynı zamanda bu formların nesnesi olmaktan da
kaçınmaktır. Yani sözü söyleyen olmamakla beraber sözü, söyleyenin egemenliğinden
de çıkarmaktır.
Doğruluk istencimizi sorgulamak olagelmiş kimliğini söyleme yeniden kazandırmak
nihayet anlamlandıranın egemenliğine son vermektir. (Foucault)
Netice itibariyle güven duyumu istemin ve sistemetikçilerin dürüstlük eksikliğidir.
Buna karşın bize düşen sisteme ve sitematikçilere güvensizlik duyumunda dürüst
olmaktır. Fakat kendi YANYANALIK'ımızda güven sorununu özgüven kritiğinde dürüstlük
konjonktüründe irdelemektir. Qıjıkaresh A Bextresh