sayı 2, temmuz 2001
VE BAKUNİN LİMONU YARATTI! (haber)
15 MAYIS DÜNYA VİCDANİ RETÇİLER GÜNÜ KUTLANDI (haber)
KARADENİZ BÖLGESİNDEKİ ANARŞİSTLERE VE ANTİ-OTORİTERLERE YÖNELİK BİR TOPLANTI ÖNERİSİ (haber)
DEVLETİ YIKTIKTAN SONRA YERİNE NE KOYACAKSINIZ?
EŞCİNSELLERİN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE
ELEKTRİĞE PARA VERMEMENİN BAZI YOLLARI
*VE
BAKUNİN LİMONU YARATTI!
7 Temmuz, 2001
Biliyorsunuz Ankara
sokakları memurların eylemleriyle hareketlendi yeniden...
Şu gözyaşartıcı bomba ne illet şeymiş be!
Kardeşiniz gaza gelip ön saflarda polis barikatını yarmaya çalışan memurların
arasındaydı; 20-30 kişi panzerlerin arasından kaykılıp geçmiştik ki gözyaşartıcı
bombayla "felç edildik"... 5-10 dakka öksürmekten, ağlamaktan boğazımız
söküldü gözlerimiz kızardı-ağzımıza doladığımız bezler hiçbi işe yaramadı-neyse
ki "limon" diye bişiy var -polis gözyaşartıcı bomba fırlatıyo- biz
farklı yönlerde topluca ilerliyoz. 2 saate yakin bir zaman mücadele ettik. Çok
fazla sayıda gözaltı olduğunu sanmıyorum ama yoldaşlarımızdan birinin gözaltına
alındığı haberini aldım az önce (sendikadan-anarşik). Kaç yaralı olduğunu bilmiyorum
ama Star'ın sayfasına göre 18 kişi diyo -ancak o saatlerde Kızılay'da bulunan
herkes gazdan etkilendi bi şekilde.
Ve tanrı limonu
yarattı! Limon olmasaydı bu kadar direnip 1.5-2 saat boyunca Sakarya'dan Mithatpaşa'ya,
Sihhiye tarafından Necatibey'e, Kızılay'ı tavaf edip polisle köşe kapmaca oynamayazdık.
Yine de pek hazırlıklı değildik aslında -gözyaşartıcı bomba atan 5 domuz falan
vardı bi ara ön saflarda ve toplu bir saldırı şansı bile yakalanabilirdi zorlasaydık
(gerçi onların arkasindan gelen onlarca polisi de gözardı etmemek lazım). Ama
herşeye rağmen bence umut verici bir eylemdi...
Bu arada eylemde (şaşıracaksınız ama) ön saflarda 20 kadar anarşist de yer aldı
(ki bunun 10 kadarı sendika üyesi)-dikkate değer bir sayi!
15 Mayıs Dünya Vicdani Retçiler Günü kutlandı!
Bu yıl, 15 Mayıs Dünya Vicdani Retçiler Günü, Ankara'da, Ankara anarşistleri ve Arkabahçe grubu tarafından İAMİ (İstanbul Anti-Militarist İnisiyatifi) ve İSKD'nin (İzmir Savaş Karşıtları Derneği) maddi ve manevi desteğiyle 11-13 Mayıs arasında gerçekleştirilen etkinliklerle kutlandı. Etkinlikler, basına ve kamuoyuna çok geniş duyuru yapılmamasına rağmen Cumhuriyet gazetesinde haber ve röportaj olarak yer aldı.
Ankara'da böylesi bir etkinlik ilk defa düzenleniyordu -bu biz Ankaralılar açısından yararlı bir deneyim oldu. En azından "kendi başımıza" bir şeylerin altından kalkabileceğimizi görmüş olduk.
Etkinliklere Ankaralılar dışında İstanbul: İAMİ'den beş, mecmuA'dan dört; İzmir: İSKD ve An-Fem'den beş arkadaş katıldı. Cuma akşamı film gösterimi yapıldı -anti-militarist kısa filmler dışında İstanbul'dan gelen arkadaşlar son anda yetişip henüz "tamamladıkları" "Ret: 1111" adlı belgesel filmi gösterme şansı buldular.
Cumartesi Kaos Kültür'de cinsiyetçilik ve militarizm konulu bir panel-söyleşi gerçekleştirildi. İzmir'den Hilal ve Ayşegül, Ankara'dan Mehmet, Kaos GL'den Murat dışında diğer arkadaşlar da yüz yüze tartışma-konuşmanın sağlanmaya çalışıldığı bir ortamda konuşma rahatlığı buldular (içinde davrandılar).
Sonrasında Anıtpark'ta
altı grubun katılımıyla bir açık hava konseri düzenlendi. Zaman zaman şiddetlenen
yağmur konseri planladığımız şekilde gerçekleştirmemizi engellese de en azından
"başlangıç" yapabildik -böylece bizim kararımıza göre mesailerini
bitirmeyi planlayan 100 kadar polisi de hayal kırıklığına uğratmış olduk. Parka
gelen "bilinçli" izleyiciler ve "yöre halkı"yla birlikte
300'e yakın bir seyirci kitlesinin bulunduğu konser Sokak Köpekleri
müziğini bitirmeden önce (1 saat kadar bir zaman içinde) yine
yağmur nedeniyle sonlandırıldı. Yine de ısrarlıydık, "reddet diren hayır
de!" sloganları arasında yağmur altında halay çekmeden de
edemedik. Bu arada aynı gruplarla başka bir tarihte benzeri bir konser yapma
düşüncemiz de saklı kaldı.
Pazar günü, Genel-İş salonunda düzenlediğimiz "yasal izne tabi" panel için ayrılmıştı. Panelin konukları arasında bulunan tutsak babası bir avukat, bir tutsak yakını ve Ankara Tabipler Odası'ndan doktor arkadaş Çağrı, F tipi hücreler mücadelesi -ölüm oruçları sürecini ve devletin militarist müdahalesini anlattılar. Teknik olanaksızlıklara rağmen "F" adlı kısa film gösterimi yapıldı. Diğer bölümlerdeyse sırasıyla, New Jersey'den gelen Vietnam gazisi Greg Paton Vietnam'daki kendi deneyimlerini ve anti-militarist olma sürecini, Uğur (Yorulmaz) vicdani ret açıklaması bağlamında kendi yaşamsal sürecini anlattı; Ankara'dan Gülsüm TGRT'de yayınlanan "Mehmetçik programı" konusunda yaptığı görsel çalışmayı tanıttı ve karşılıklı soru-cevap kısmından sonra panel sona erdi. Bu panelin cumartesi düzenlenen panelden farkı (yasal izin alınmış olması nedeniyle) birkaç polis eşliğinde ve klasik panel tarzında yürütülmek zorunda kalınmasıydı. 13 Mayıs akşamı bir genel değerlendirme yapıldı. Genel olarak etkinliklerin başarılı olduğu ancak duyuru konusunda eksikliklerimiz olduğu anlaşılıyordu. Özellikle konseri duyurma konusunda daha çok çabaya gerek vardı belki, ancak aynı gün yağan yağmur ve benzeri başka konser ve etkinliklerin de olması "tanıdık-bildik" insanlar dışında katılımın sınırlı kalmasının temel nedeniydi. Ayrıca bu yıl ilk kez anti-militarizm tartışmalarında "vicdani ret" kavramının dışına çıkılabilmesi (özellikle F tipi hücrelere devlet müdahalesi konusunda) ve Kaos'taki etkinlikle birlikte eşcinsel arkadaşların da bu etkinliğe katılmasının önemi vurgulandı.
Çoğumuzun aklından geçense, Ankara'dan bir vicdani retçinin çıkmasıydı..
Karadeniz bölgesindeki anarşistlere ve anti-otoriterlere yönelik bir toplantı önerisi
Bizler, Otonom
Eylem girişimi olarak 24-26 Ağustos'ta Sovyet pembe dizi edebiyatının geleneksel
mekanlarından birisi olan Soçi kentinde düzenleyeceğimiz konferansın bir parçası
olarak, Karadeniz bölgesindeki anarşistler ve anti-otoriterlerle birlikte bir
toplantı örgütlemeyi
öneriyoruz. Otonom Eylem, 20 civarında Rus kentindeki aktif grup ve bağlantılardan
oluşan özgürlükçü komünist bir federasyondur. Konferansımız "Karadeniz'in
temizlenmesi için Barış Kervanı"nın Soçi'nin 200 km.
kuzeyindeki Novorossisk'te bitiminden 9 gün sonra baslayacak. Bu 9 günlük boşluk
kuşkusuz her iki olayla birden ilgilenmek isteyenler açısından birazcık uygunsuz
olabilir, ancak bu tarihler arasında kalan zamanda da tanışacak insanlar ve
görülecek yerler bulunacağından eminiz.
Konferansın amacı örgütlenme sürecini geliştirmek ve ortak eylemlilikler planlamak olacak. Halen tartışacak bir dolu sorunumuz var ve bu nedenle ne yazik ki uluslararası tartışmalar için yalnızca yarım gün ayirabileceğiz. Bundan dolayı bir konferans değil sadece bir toplantı öneriyoruz. Kuşkusuz gelen herkes için diğer tartışmalara katılım da açık olacak, konferans programının dışında kalan etkinlik ve tartışmalarin da açık oldugu gibi. Söz konusu yarım gün (5 saat) konferans günlerinin herhangi birisinde olabilir, bunun için önerilere açığız.
Son 15 yıl Karadeniz kıyısındaki neredeyse bütün ülkelerde (Rusya, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna) anarşist ve anti-otoriter hareketin yeniden doğuşuna veya ortaya çıkışına tanıklık etti. Birbirimiz hakkında zaman zaman internet üzerinden ya da anglo-amerikan yayınlardan bir şeyler okuduk, ancak doğrudan ilişkiler neredeyse bütünüyle eksik kaldı. Tüm bu ülkeler halen aynı yapısal uyum programlarıyla yüzyüze bulunuyor ve yine tüm bu ülkeler petrol nakliye rotalariyla ilgili aynı uluslararası oyunun içinde yer alıyorlar.
Petrol taşımacılığına ilişkin benzeri jeopolitik çıkarlar Kosova, Çeçenistan ve Kürdistan'daki savaşlarda önemli bir rol oynuyor. Bir sürüsü arasından sadece bir örnek vermek gerekirse Rus anarşistleri ve radikal ekolojistlerinin halen inşaat halinde olan Kazakistan-Karadeniz CPC boru hattına karşı kaybettiği mücadeleden söz edilebilir -kısa bir süre sonra Novorossisk'ten yola çikan petrol tankerleri halen kapasitesinin üzerinde bir trafiğe sahip olan İstanbul Boğazı'ndan geçecek, ardından da uluslararasi kapitalist sinif için daha büyük önceliğe sahip bulunan fırtınalı Balkanlar yoluyla (kontrolünde) boru hatti tamamlanacak.
Bu öneriyle ilgili
düşüncelerinizi öğrenmek istiyoruz ve eger bunun iyi bir fikir olduğuna inanıyorsanız
buna ilişkin planlarınızı bekliyoruz. Söylemek bile gereksiz; Anarşi-grubuyla
bağlantısı olan grup ve bireyler,
anarşistlere karşı şiddet kullanımına ilişkin açık bir tutum takınmadıkları
sürece toplantıya kabul edilmeyecek.
Ne yazik ki, bu
konuyla ilgili iletişimimizi sağlayanların bir çoğuna yaz aylarında ulaşamayacağız
ancak yine de bu girişime ilişkin tartışmanın ilerleyeceğini ve dil sorunlarinin
çözüleceğini düşünüyoruz. Eğer bunun denemeye değer bir girişim olduğunu düşünüyorsanız
bizimle iletişime geçin;
Krasnodar kentinde: <fak-kr@mail.ru>
Novorossisk kentinde:<ger2@mail.ru>
Otonom Eylem Projesi
Cezaevlerini incelerken
sorunun temel kaynağına inmemiz gerekir. Aksi takdirde, buzdağının ancak görünen
yüzüyle uğraşmış oluruz. Cezaevleri suçluları toplumdan soyutlamak maksadıyla
inşa edilmiş, özel güvenlik önlemleri (duvarlar, çelik kapılar, silahlı kolluk
kuvvetleri, vb.) ile korunan, kelimenin tam anlamı ile kaledirler. Sanırım bu
bir cezaevi tanımı için yeterlidir. Ancak açıklanması gereken bu cezaevlerinin
neden yapıldığı değil, "suçun" ne olduğudur. Eğer suçun karşılığını
bulursak, cezaevlerinin de ortaya çıkış amacını tamamen çözmüş oluruz.
Avcılık ve toplayıcılık döneminden sonra yerleşik düzene geçilmesi ve toprakların
tarım alanı olarak çitle çevrilmesi, suçun başlangını ortaya çıkarmıştır. Atalarımız
özel mülkiyete geçerek, çağdaş anlamda "suçun" temellerini atmışlardır.
Bir tarafda tahıl vs. gibi metalar birikirken, öteki tarafta henüz yerleşik
düzene geçmemiş, ya da daha geç geçmiş olan ilkel insanlar ihtiyaçlarını avcılık-toplayıcık
döneminde olduğu gibi gidermişlerdir; doğada varolanları istençlerine göre kullanmışlardır.
Ancak doğanın insan türünün tüm ihtiyaçlarını karşılayamadığı dönemlerde (nüfus
artışı, kıtlık gibi) ilkel insanlar gerekli ihtiyaçlarını, yerleşik düzende
yaşayan türdeşlerinden almışlar, "çalmışlardır". Meta sahipleri kendi
aile-klan üyeleri ile birlikte önceleri bu suçluları öldürmüştür. Sonraki dönemlerde
esir almış, çağdaş asalağın yani "devlet"in ortaya çıkışıyla hapishanelere
doldurmuşlardır.
Tabii yukarıda yazdıklarımın çoğu varsayımdır, ancak kropotkinin "karşılıklı
yardımlaşma" kitabında bunu destekleyen veriler bulunur. Suçun ortaya çıkışını
herhalde en iyi karşılayan cümle "mülkiyet hırsızlıktır". Önceleri
zorunluluktan ortaya çıkan "suç", sonraki dönemlerde çeşitlilik kazanmıştır.
Devlete olan aidiyetlerini yerine getirmemek "suç" kavramına eklenmiştir.
Bunun yanısıra zorunlu ordu hizmetlerini yerine getirmeyen bireyler, devletin
manevi bütünlüğünü eleştirenler veya kendilerince daha iyi bir sistem arzulayanların
çoğu cezaevlerine kapatılmışlardır.
Cezaevlerinin diğer bir amacı da bireylerin maddi tecritlerine manevi bir tecrit
eklemek, bireyin kendine ait doğrularını silmektir. Bu sebepten dolayı cezaevlerinin
olduğu yerlerde cezaevi isyanları kaçınılmazdır. Almanya'da RAF, Kuzey İrlanda'da
İRA vs. bunun dünya üzerindeki pekçok örneklerinden yanlızca ikisidir.
Cezaevlerinde isyan; sayım vermemek, koğuşların işgali, açlık grevi, ölüm orucu
(benim bilmediklerim de mutlaka vardır) gibi eylemlerle yapılır. Kimi zaman
devletleri geri adım atmaya zorlayan bu direnişlerin önüne geçebilmek amacıyla
dünyanın pekçok yerinde yeni tipte bir cezaevi modeline geçildi. Bizdekinin
adı F(aşizm) Tipi cezaevidir. F Tipi cezaevinin amacı bireyleri atomize hale
getirmek ve onları bu şekilde daha kolay sindirmektir. Daha önce uygulanan koğuş
sisteminin de bir takım yan etkileri vardı. Örgütlerin kendilerinden olmayan
muhaliflere karşı tavırları ortadadır. (Bunları buraya yazmak biraz ihbarcılık
olacağı için örnek vermiyorum).
Bu iki farklı cezaevi modeli arasında bir tercih yapmak biz anarşistlere göre
değildir. Ne için, hangi ad ve amaçla olursa olsun cezaevleri yıkılmalıdır.
Bu nihai hedefimizdir, bugün için ise uğraşmamız gereken işler vardır.
Derviş Orhan, bu isme dair başlangıçta öğrenebildiklerimiz son derece kısıtlı
ve kesinlik taşımaktan uzaktı (Mersin İHD'nin bilgi vermemesi nedeniyle). Orhan
ailesi ile yaptığımız görüşme sonunda edindiğimiz son bilgiler şunlardır. Derviş
Orhan 1990'da PKK'den yakalandı, Mersin bölgesinde PKK'nin yaptığı pekçok eylemi
kabullendi. Müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yakalandığı 90 yılından 95 yılına
kadar PKK'li olarak kaldı, 95 senesinden beri kendisini anarşist olarak tanımlıyor
(hala tamamlaması gereken 26 yıl hapis cezası söz konusu).
Derviş Orhan'ı bizim için önemli kılansa 29.6.2001 tarihine kadar sürdürdüğü
ölüm orucu eylemidir. Toplam 125 gün devam ettiği eylemi (50. günde 5 günlük
bir ara vermişti) bıraktığında ise halen talepleri kabul edilmemişti. 17 Temmuz'da
yeniden başladı. Kendisinin ilettiği notta açıkladığı talepleri şunlardır:
1) Yeni tutuklanip
gelenlerin askerler tarafindan
çirilçiplak soyulup dayak atilmasi gibi onur kirici
baski ve dayatmalara son verilmesi
2) Tecrit ve izolasyonun
kaldirilmasi, diger
koguslarda bulunan arkadaslarimizla biraraya gelmek
için kapilarin açik tutulmasi, kütüphane ve sportif
mekanlardan yararlanmamizin saglanmasi
3) Basta el konulan
kitap, dergi, mektup ve
yazilarimizin geri verilmesi, adimiza gelen her türlü
kitap ve dergilerin verilmesi, basin-yayin konusundaki
kisitlamalarin kaldirilmasi
4) Posta islemleri
(mektup, koli vb.) konusundaki
kisitlamalarin kaldirilmasi, gönderilenlerin
adreslerine ulasmalarinin saglanmasi ve gelenlerin
verilmesi
5) Görüsün günboyu
olmasi, görüsümüze gelen
ziyaretçilerimize soyad sinirlamasinin kaldirilmasi,
onur kirici temelde aramalarin yapilmamasi
6) Mahkeme ve hastane
gidis-gelislerdeki onur kirici
temelde arama vb. dayatmalarin yapilmamasi
7) Alinan tüm esyalarin geri verilmesi
8) Tüp, ocak, firin
vb. verilmesi, ziyaretçilerimizin
getirdigi yiyecek ve giyeceklerin alinmasi ve
kisitlama yapilmamasi
9) Radyo, daktilo, buzdolabi vb. verilmesi
10) Kantin ihtiyaçlarimizin
karsilanmasi için
kendimizin gidip görmemize olanak saglanmasi, bu durum
haftada en az iki defa olmasi
11) Günde üç ögün
yarim saat sicak suyun akmasi, kogus
temizliginde kullandigimiz temizlik maddelerinin her
ay bir defa olmak üzere idare tarafindan karsilanmasi
12) Elektrik parasi
adi altinda haraç isteminden
vazgeçilmesi
13) Koguslarda
bir çok eksik görülen ve onarilmasi
gereken yerlerin ve esyalarin tamirlerinin yapilmasi
Not: Diger hareketlerin,
fazladan DGM'ler kaldirilsin,
TMY kaldirilsin, Kürt sorununa demokratik bir çözüm
bulunsun temelinde talepleri var. Kendi açimdan bu tür
taleplere katilmayi dogru bulmadim. Çünkü, siyasal
temelde eger bir talep ortaya koyacaksam, bunun ancak
devletin tümden ortadan kaldirilmasi olabilirdi,
kuskusuz bunu da onlardan isteyecek degilim. Bundan
dolayi özgülünde somut taleplerde bulunuyorum.
(Dervis Orhan, Mersin E tipi Kapali Cezaevi, B/6 Kogusu)
Derviş'in yaptığı
bu bireysel eylem biçimi, tarihte anarşistlerin içinde düştükleri yanılgılarla
bir benzerlik taşıyor. Kolektif üretimi kotaramama, yanlızlaşma, düşman olarak
tanımladığı kişi ya da kurumlardan doğrudan hesap sorma vb. şeyler bireysel
eylem biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Derviş'in anlaması gereken şudur,
bize ölü kahramanlar değil yaşayan yoldaşlar gerekli.
Diğer yandan kendisini anarşist olarak tanımlayan birey ve bireyciklerin hataları
yok mudur? Bizlerin bu süreçte yaptığı belli başlı hatalar şunlardır; cezaevleri
ile ilgilenen kişiler, guruplar tutuklu bulunan otoriter sosyalistlerle iletişime
geçtiler, aynı çabayı anarşist mahkumlar için göstermediler. Temelde yatan hata
ise, kurumsallaşmanın hiyerarşi ve otorite doğurabileceği düşüncesiyle, cezaevlerinde
yatan anarşist tutuklularla ilgilenmek için bir oluşum başlatamamızdır.
Sonuç olarak, bugün cezaevlerinde yatan anarşist tutsaklarla nasıl bir dayanışma
ağı öreceğimizi tartışmalıyız. Tutsak anarşistlerle ilgili net bir sayıya ve
onların adreslerine sahip değiliz. (Bunun temel nedeni ise henüz hiç kimsenin
anarşist olarak yargılanıp hüküm giymemesi, ve tutsakların değişik otoriter
örgütlerden ayrılarak kendilerini sonradan anarşist olarak tanımlamalarıdır).
Şu an ilk olarak gereken cezaevlerinde yattığı bilinen anarşistlerin adreslerine
(ANkara Fanzin'e mail yolu ile iletilebilir) ulaşmak; ikinci olarak ise uluslararası
Anarşist Kara Haç Örgütü'nün (Anarchist Black Cross Federation) bir benzerini
ya da adı ne olursa olsun bu alanla ilgilenen bir kurumun oluşturulmasıdır.
ZİNDANLAR YIKILSIN, DEVLET ALTINDA KALSIN!
S. Can
devleti yıktıktan sonra yerine ne koyacaksınız?
"Anarşistlere,
devleti yıktıktan sonra yerine ne koyacaksınız demek, altında ezildiği yükü
indiren hamala bu yük olmadan nasıl yaşayacağını sormak gibidir."
Anarşistlere farklı konularda yöneltilen soruların temel niteliği aslında bizlerin
ütopyacı, teröristler olduğumuzu söylemek amaçlıdır. "Ordu olmadan bizleri
kim savunacak, polis olmadan güvenliği kim sağlayacak ya da devrimci önderlikten
yoksun olan bir devrim nasıl gerçekleşebilir?" gibi basit ama ard niyetli
sorularla sık sık muhatap oluyoruz. Bizden cevaplamamız istenen bu "masumane"
sorularmıdır? Yoksa onun ardında gizlenen iktidarı (devletçi anlamda) hedeflemeyen
hiç bir hareketin başarıya ulaşma şansı yoktur, dolayısıyla sizlerin başarısı
söz konusu bile olamaz, gelin devrimci saflara katılın zırvasımıdır?
Ben savunduğum ve oluşması için çaba harcadığım özgürlükçü toplumda ordunun
ve silahların yer almasını öngörmüyorum. Ordular oluşturmak sınırları, sınıfları
korumak içindir. Daha da önemlisi ordunun olduğu her yerde "düşman"
da vardır. Bunun sol örgütler tarafından "halkın ordusu" gibi adlarla
olumlanması ise ayrı bir handikaptır. Her orduda ister faşist ister sosyalist
olsun hiyerarşi söz konusudur. Ve en üstte bulunan astlarına emreder. Dolayısıyla
"devrimci" ordunun da süreli-sürekli düşmanları olması kaçınılmazdır.
Devrim için, devrimcileri öldüren kızılorduyu burada anımsamak yerinde olacaktır.
Kızılordu en son noktada ilk kurulduğu dönemde varolan "devrimci"
niteliğini kaybederek, kişilerin iktidarlarını dayatma aracı haline gelmiştir.
Aynı şey Çin'de mao'nun, Vietnam'da ho shi minh'in, Küba'da fidel'in iktidarlarının
önünü açmıştır.
Bu hatırlamalardan sonra bana göre ne adına olursa olsun hiç bir ordu ya da
egemenlik savaşı kabul edilemezdir. Orduları, savaşları yadsıdığım gibi onun
devamı olan sınırları, sınıfları, devleti ve onun egemen kültürünü de reddediyorum.
Kaldı ki anarşist hareket tarihi boyunca bu kurumlara karşı savaşmıştır. İç
savaş süreçlerinin yaşandığı Ukrayna ve İspanya'da bile düzenli bir ordu oluşturulmamıştır.
Bunun yerine konan geçici milis örgütlenmeleriyle başarılar sağlanmıştır. Ben
bu deneyimleri göz önünde tutarak düzenli bir ordu fikrine karşı çıkıyorum.
Ve gerekli koşullar oluştuğunda geçici milis örgütlerinin oluşturulmasını savunuyorum.
Halk için savaşan "kahramanları" değil, halkın kendi kaderini belirlemesini
savunuyorum.
Kısaca devletler, ordular oluşturarak mevcut "kaosu" yaratırlar. Bizden
aldığı haraçlarla bize karşı ordular oluşturur, içimizden bir kısmını düşman
olarak tanıtır, düşmanımızı izler ve yok eder. Bizleri tek tek gözetler, fişler,
her an içimizden birilerini cezaevlerine tıkar vs. vs. Bu haliyle devlet tüm
militarist güçleriyle birlikte yok edilmesi gereken bir asalaktır. Benim istediğim
kaos ise devletin yarattığı "kaos"un dışında, tüm bireylerin istençlerini
hiç bir baskı altında kalmadan açıklayacakları çok sesliliğin armonisi, her
bireyin istediği gibi yaşadığı, kendisi gibi olanlarla ortaklaştığı çok renkliliktir.
Buna ulaşmak için ise bir devrim evresi gereklidir. Anarşist nitelikli devrim,
toplum içerisinde yer alan eşitsizliği yok eder, bireyleri ünvanları ve servetleri
için yüceltmez, tersine onları sadece birey oldukları için kabullenir.
"Devrimci önderlik" denilen şey ise tıpkı ordular gibi bireyleri iktidara
taşır. Ben iktidarın el değiştirmesini savunmuyor, onun yok edilmesini tahayyül
ediyorsam bunun için kabullendiğim teorik mirasa göre davranmayı isterim. Araç-amaç
ilişkisi içinde aracın amaç üzerindeki etkisini görmek gereklidir. "Özgürlüğe
ancak özgürlükle ulaşılabilir" gibi ilkeyi savunuyorsak, hiç bir önderliği
kabul etmemem(iz) gerekir.
ANarşist nitelikli bir devrimin gerçekleşme olanağını ancak egemen kültürün
yadsınmasıyla mümkün görüyorum. Bu ise AN'ın devrimci nitelik kazanması ile
oluşur. AN'ın devrimci nitelik kazanması ise bence, toplumsal bir patlama için
gereken koşulların hazır olduğunu görmek ve onu ateşlememiz gerektiğini kabullenmek,
tüm gelecek projelerini şimdiden başlayarak oluşturmaktan geçer.
Eğer şu an bir şeyler üretemiyor ve yaratamıyorsak geleceğe dair konuşmalar
yapmak kendimizi avutmanın ötesine varamaz. Dünya üzerinde varolan pekçok hareket
bulundukları AN'ı dönüştürmeyi, direkt eylemeyi becerebildikleri için başarıya
ulaşmışlardır. Marks'ın komünist manifesto'da yazdığı satırları değişik bir
biçime sokarsak günümüzde karşılaştığımız sorunların çözümünü üretiriz. "Anarşistlerin
üzerlerinde varolan ataletten başka kaybedecek bir şeyleri yoktur".
S. Can
'74'teki Türk işgalinden bir yıl sonra henüz bi'kaç aylık ceninken gitmiştim Kıbrıs'ın kuzeyine. Hala yerleşime açılmamış olan Magosa'nın Maraş mahallesindeki zengin Yunan evlerinden ganimet almaya giden Türk göçmenler, şanslılarsa bi'kaç kapkacakla dönerlermiş; "bizim" askerlere yakalananlarsa kafaları kazınmış "ganimetleri" alınmış başları eğik gelirlermiş (annemlerin anlattığı kadarıyla). Yıllar sonra askeri fabrikalarda çalışanların ayarladığı ucuzca bir turistik gezi sayesinde Kıbrıs'ın kuzeyini görme şansı yakalamıştım; hatta bizi "subay" aileleri zanneden Denktaş laf arasında (hani aramızda yabancı yok misali) Maraş'ın aslında harekat planında olmadığını ve yanlışlıkla işgal edildiğini bile itiraf etmişti. Ee tabii, bi kere girince çıkmak olmazdı artık ve (bir zamanlar Kıbrıs'ın önemli turizm merkezlerinin başında gelen) Maraş'ın diplomatik masalarda pazarlık unsuru olarak kullanılan bir koz olması kaçınılmazdı. Zaten adaya adım attığınız anda hissettiğiniz tek şey, irili ufaklı her yerleşim biriminde bulunan "Türk askeri varlığı". Ben, hayatım boyunca hemen hiçbir yerde militarizmi bu kadar yoğun hissettiğim yer görmedim diyebilirim (yine başka bir ada İmroz (Gökçeada) dışında). Nüfusa kıyaslarsak ne demek istediğimi daha rahat anlatabilirim; Kuzey'in nüfusu 180 bin, adadaki Türk askeri varlığı ise 35-40 bin civarında. Bu rakamlar sizin için pek bi'şey ifade etmeyebilir - bir de şöyle düşünün; Türkiye, Kuzey Kıbrıs yerinde olsaydı 60 milyonluk ülkede 13.5 milyon askerle birlikte yaşamak zorunda kalacaktık (yani bugünkünün 200 katı)!
Aslında ekonomik açıdan bakıldığında Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye'ye bir faydası yok gibi görünebilir; gerçekten de Kuzey'in ekonomisini Ankara finanse ediyor. Politik ve (kısmen) ekonomik yalıtılmışlığın getirdiği zorlukları KKTC hükümetleri, TC'den gelen rantı bölüştürerek gidermeye çalışıyor. Gerçekte bizatihi görevi de bundan öteye gidemez; çünkü bugünkü durumda TC ve onun adadaki militarist uzantıları buna asla izin vermez. Peki Kıbrıs'ı bu kadar çekici kılan ne? Yalnızca milliyetçi şizofreni mi işgali sürdüren gücün gerekçesi; hiç de öyle değil. Kıbrıs'ın kuzeyi kara para aklama, uyuşturucu ve bilimum büyük çaplı yasadışı işlerle uğraşan üst-düzey Türk mafyasının merkez üslerinden. Geçtiğimiz yıllarda TC kumarhaneleri kapatılırken, yalnızca bir kimlikle gittiğiniz Kıbrıs'ta, kimlik bile sorulmadan kumarhaneye girebiliyorsunuz (ben Girne'de 18 yaşına yeni girdiğim yıl bunu yapabilmiştim). Abdullah Çatlı vb.lerinin kurduğu bankaların ününü Susurlukla duymuştuk. Ancak Lefkoşe havaalanının VİP salonundan uçağa bindirmeye çalıştığı "tanıdıklarının" üstünden kilolarca eroin çıkan milletvekilini pek duymadık, çünkü olay kısa zamanda örtbas edildi (Ömer Demir; söz konusu milletvekili şu aralar Girne'de bi' otelin kumarhanesinde bodyguardlık yapıyormuş). Ya da yine benzeri çevrelerin (Türk paramiliter güçler) katlettiği gazeteci Kutlu Adalı'yı da duymadık. Bütün bunlar duyulmadı ve duyrulmuyor çünkü Anadolu'dan bakınca "Rumlar bi' dolu boklar yedi ve müdahale kaçınılmazdı." Oysa bu tümüyle egemen kültürün söylemi ve ne yazık ki ideolojik olarak en radikalinden (Türkiye) solu(nu) bile etkisi altına alabiliyor.
Şurası bir gerçek ki, Kıbrıs bir bütün olarak dört garantörün (İngiltere, ABD, Türkiye, Yunanistan) emperyalist çıkarları arasında parçalanmış durumda. Ancak kuzeydeki işgal, pervasız emperyalizme dayanan apaçık bir militarist yönetim tarafından sürdürülüyor; dolayısıyla bana kalırsa Kıbrıs'ın özgürlüğünü savunan (Kıbrıslı ve biz Anadolu Türklerin) Türklerin öncelikle bu duruma karşı çıkmaları gerekiyor. Gerçi Kuzey Kıbrıs'ta bunu yapmaya çalışanların başlarına gelmeyen kalmadı (hala duymadıysanız iletiyim; "bağımsızlık" yanlısı Avrupa gazetesi üzerindeki devlet baskısı yetmezmiş gibi en son 24 Mayıs'ta yeni kurulan Ulusal Halk Hareketi adlı Denktaş'ın bizzat desteklediği neo-faşizan grup tarafından bombalandı) ama ne olursa olsun kuzeyde muhalif hareket gelişiyor.
Kıbrıs gündeme biraz da güneydeki Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB üyeliği sürecine girmesiyle birlikte geldi. TC "durumun vehametini" anlasa da ne yapacağını şaşırmış görünüyor. Durum TC açısından gerçekten de vahim çünkü güneydeki devletin AB'ye üyeliğe gerçekleşirse, fiili işgal altında bulundurduğu toprakların güney sınırlarında AB ordusuyla karşı karşıya gelme riskiyle yüz yüze gelebilecek. Durum böyle olunca Kıbrıs konusu hemen hemen ilk defa eleştirel yaklaşımlarıyla birlikte TC basınında yankı buldu; TC'nin AB üyeliğini savunan demokrat çevreler "nihayet" bazı gereçeklerin farkına vardılar. "Kıbrıs Kıbrıslılarındır!" sloganı, Kıbrıs'ı güneyi ve kuzeyiyle birlikte Avrupa kapitalizmine (AB'ye) dahil etmek için kullanılıcaksa -ki şimdilik en muhalif görünen eğilimler bile bundan fazlasını savunur görünmüyor- hiç bağırmayalım.
Sıcaklığın getirdiği uyuşukluktan mıdır nedir, Kıbrıslılar çalışmaktan pek haz etmezler. Sonuç olarak diyeceğim şu ki;
"Kıbrıs Koalalarındır!"
Batur Özdinç
EŞCİNSELLERİN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE *
Bir gece içkinin
sarhoşluğuna kendimi alıştırmaya çalışırken en yakın arkadaşlarımdan birinin:
- Biliyor musun? Ben biseksüelim, dediğini anımsıyorum.
- Eee... Ne düşünüyorsun?, gibisinden bir şeyler mi söyledi yoksa ben mi böyle
sorması gerektiğini düşledim bilemiyorum. Benim ne düşüneceğimi -en azından
ne düşünmek İSTEYECEĞİMİ- tahmin etmiş olmalıydı. Türk, erkek ve (bir zamanlar)
sünni müslüman oluşumun getirebileceği önyargılardan arınmamış olabilirdim.
Açıkcası bu konuda kendimden kuşku duymuyor değildim. Ancak o ilk anda hiç şaşırmadım
hiç afallamadım ve hiç tiksinmedim (ne demekse?). Hayatımda belki de ilk kez
kendimle bu kadar gurur duydum; eşcinselleri ve eşcinselliği yadırgamıyordum.
* * * * * * * * * *
KAOS GL'de yazımın
çıktığını söylediğim insanların ilk sorusu:
- Sen eşcinsel misin?, oldu.
Böyle bir soruyu cevaplamadan şu soruyla karşılık vermeliydim aslında:
- Eşcinsel mi olmalıyım?
Ya da belki:
- Eşcinsel olmamalı mıyım?
- BU ÇOK MU ÖNEMLİ?
Yani eşcinsel olmak sosyalist, komünist, ateist, faşist olmaktan daha mı önemli?
Eşcinsel değilim. Eşcinsel gibi hissetmiyorum ama bu eşcinsel gibi hissetmeyeceğim
anlamına gelmez. Benzer bir şekilde eşcinsel gibi hissedeceğim anlamına da gelmez,
yaşam neler getirir, neler getirecek... nerden bilebilirim.
- BU ÇOK MU ÖNEMLİ?
Yani benim eşcinsel olup olmamam. Senin için çok mu önemli? Önemli çünkü eşcinselsem
benimle konuşurken daha dikkatli davranacaksın artık. Belki de benimle konuşmaya,
selamlaşmaya, dolaşmaya korkacaksın. Eşcinsel değilsem rahatlatacağım seni:
- Bu ne iş? Diye soracaksın.
- Seni de mi kaybettik!... diye sırıtacaksın.
- BU ÇOK MU ÖNEMLİ?
Bir 'erkek' için elbette önemli. 'Erkek olmak' önemli. 'Erkeklik etmek'... hükmetmek,
aşağılamak, sömürmek... önemli.
- Kadınlar eşcinselliğe daha sıcak bakarlar, diyordu birisi. Buna hak vermiyor
değilim. Ezilen insanların ortak ya da benzer sorunları, birbirlerinin sıkıntılarını
hissedebilmeleri, vb. İle açıklanabilir bu 'sıcak bakış'.
- Ne de olsa size giren-çıkan bir şey yok!... diye devam etti birisi. Kadın
için eşcinsellik yadırganır birşey olmayabilir.
Haksız değildi, bir 'erkek'in eşcinsel olmasını engelleyen bu giren-çıkan davasıydı.
Olsa olsa giren olunabilirdi. Ama bir eşcinsel... asla!
- BU ÇOK MU ÖNEMLİ?
Geçen sene çimlerde otururken yanımdakilerin, köşedeki ağacın altındakilere
bakıp bakıp güldüğünü gördüm .Kendi cinselliklerini sorgulamadan bile aciz insanlar
başkalarının cinselliğini sorguluyorlardı. Bana da gösterip göz kırptılar.
- Bunun nesi garip?, dediğimi anımsıyorum.
Birden kıs kıs gülmeler kesildi, herkes ciddileşti. Onların imalı imasız bakışlarına
aldırmadım. Çoğu 'kendilerini kocalarına saklayan' bu insanlara ne diye aldıracaktım
ki...
- BU ÇOKMU ÖNEMLİ?
Türkiye diye tanımlanan coğrafyada eşcinsellik kimi çevrelerde komünistlikten,
dinsizlikten, kadınlıktan çok daha aşağılık bir şekilde algılanıyor. Hele hele
erkek eşcinselliği. Heteroseksist toplumun, yani tüm toplumsal iktidar ilişkilerinin
sorgulanması, ekonomik ve/veya siyasal iktidarı sorgulamaktan çok daha güç.
Bu yüzden pek çok solcu bile buna yanaşamıyor, cesaret edemiyor. Çoğunun böyle
bir niyeti olduğundan bile şüpheliyim. Eğer yakın gelecekte buna ciddi ciddi
niyetlenirlerse bile olsa olsa 'birleşik cephe' mantığı altında yapacaklardır
(ya da yapmaya başlıyorlar diyebilirim). Bunların temel mantığına göre ne de
olsa ekonomik altyapı üstyapıyı yıkınca hiçbir sorun kalmayacak! Üstyapı toplumu
dönüştürecek! Toplumu eğitecek (?), onlara eşcinsellğin yadırganmamasını SÖYLEYECEK!
Oysa hiç böyle olmadı ve olamayacak. Üstyapı her zamanki gibi 'topllumsal değerlerin'
yolundan gidecek. Zindanlarında yalnızca eski iktidar sahipleri, karşı-devrimciler
(muhalif sosyalistler ve anarşistler dahil) olmayacak, aynı zindanlara gay ve
lezbiyenler de tıkılabilecek. Kapitalizmin zindanlarında beraber yaşama olanakları
bulunabiliyordu, artık -büyük olasılıkla- buna bile izin verilmeyecek.
- BU ÇOK MU ÖNEMLİ?
Eşcinsellik bir eşcinsel için kuşkusuz önemli. Bu konuda -en azından duygu ve
duyumsama bazında farklı birisi olarak- fazlaca ahkam kesmemeliyim. Ancak heralde
(İnsanları rahat bırakın!) diye haykırmaya da hakkım var.
KAOS GL'li eşcinseller, eşcinselliklerini özgürce yaşayabilecekleri bir toplum
istiyorlar. Gettolar değil, kentin tamamını istiyorlar. Toplumdan soyutlanmadan,
toplumdan ayrışmadan, toplumla içiçe yaşamayı arzuluyorlar. Ancak kimi farklı
grup ya da bireyler olarak bazı eşcinseller yalnızca kendileri, yalnızca 'kendi
cinsellikleri' için özgürlük isteme tavrı içindeler. Bu yalnızca kendisi için
özgürlük isteme tavrı, içinde gizli bir ikiyüzlülüğü de barındırır; kapitalist
üretim ilişkileri kapsamında uluslararası ve ülkesel anlamda sömürülenleri görmezlikten
gelmeyi. Sömürülenler emekçi; işçi, köylü, memur vb.den öte eşcinsellerin kendisi
de olabilir. Bedenlerini satmaya zorlanan çocuklar, bedenlerini satmak zorunda
bırakılan gay'ler olabilir. Kadın eşcinselliği porno filmlerinde kullanılabilir
ve eşcinseller için tüketim malları geliştirilebilir. Böylece eşcinseller bu
sistemin bir parçasına dönüşürler. Eşcinsellik kapitalist bir tüketim malzemesi
biçiminde özgürleşme (?) yolundadır ancak eşcinsel birey özgürlük yanılsamasıyla
birlikte giderek sistemin kölesi durumuna gelmektedir.
Fazlaca ahkam kesmemeliyim derken iyice didaktikleştim. Artık eşcinselleri özgürlük
mücadeleleriyle başbaşa bırakarak susmalıyım. Bu bir geri çekilmeden çok, rahat
bırakma tavrı olarak algılanmalı.
Ne diyordum? Herneyse... Ben susuyorum, Oscar Wilde söyle diyor:
"İnsanlar kurbağaları ürkütmedikleri sürece istediklerini yapabilmeli."
(çömez) BATUR ÖZDİNÇ
* Bu yazı KAOS
GL'nin Ağustos 1996'da çıkan 24. sayısında yayınlanmıştı; aradan tam beş yıl
geçmiş. Sizce geçen zaman tabularımızı mı yıkmaya yetti mi?
A._S.L.O.T.H.:
Boş Zaman ve Diğer Düşünce Dolu Oyunlar İçin Sanatçılar Birliği veya Çalışmaya
ve Can Sıkıcı Tekdüzeliğe Karşı Sanatçılar Birliği
(Artist's Society for Leisure and Other Thoughtful Hooplah or, Artist's Society
Against Labour and Otherwise Tedious Humdrum... )
(ç.n.: sloth (ing.) 1-tembellik, miskinlik, uyuşukluk, çalışma isteksizliği
2-tembel hayvan)
(ALINTI)
Hiç kimse çalışmamalıdır. İş, dünyadaki neredeyse bütün sefilliğin kaynağıdır.
Adlandırılabilecek bütün kötülükler çalışmaktan veya çalışmak için tasarlanmış
bir dünyadan kaynaklanır. Acı çekmeyi durdurmak için çalışmaktan vazgeçmeliyiz.
Bu, bir şeyler yapmaktan vazgeçmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Oyun üzerine temellenmiş yeni bir yaşam yolu yaratmak anlamına gelir; diğer bir deyişle cümbüşlü bir şenlik, şölen ve sanat... Oyun pasif değildir. (Bob Black)
Oyun ruhuyla bu Manifestoyu ileri sürüyoruz:
A._S.L.O.T.H.'un
fermanı basittir:
1. Üretken, tatmin edici bir yaşamın gerekli unsurları olmadıklarından yola
çıkarak bütün iş biçimlerini reddediyoruz; "çalışma"nın yabancılaştığımız
ve başkalarını yabancılaştırdığımız hiyerarşik yapılara katılmak olduğunu kabul
ediyoruz.
2. Çalışmaktan vazgeçmeyi ihmal ederek, sorunları yapısal düzeyde pekiştiren
geçerli eylem biçimlerine karşı koyuyoruz.
3. Kendimizi, her şeyin üstünde, oyun sanatına adıyoruz.
(.......)
IV. SANAT VE YENİ
TOPLUMSAL DÜZEN
Sanat yararsızdır. Bu nedenle, usanmadan sanatın takipçisiyiz.
Geçmişteki ve günümüzdeki birçok sanat hareketi, ya çalışmayla ittifak kurdular
ya da karşısında yer aldılar. Da Vinci ünlü ağır kanlılardan biridir, resimlerini
çok yavaş yapardı, yüzlerce işe yaramaz nesne icat etmişti. Defterlerinde bol
bol, bulutları ve duvarları nasıl uzun uzun seyrettiğini anlatır. Marcel Duchamp
satrancı çalışmaya tercih ederdi. Stüdyosunda geçirdiği birkaç saat içinde bir
takım sanat unsurlarını rasgele yerleştirirdi, "Büyük Cam" adlı projesini
bitirmek yıllarını alacaktı. "Hazır-yapımlar"ı işlerini herkesin kopya
edebileceği yolunda cesur bir varsayımdı. Greenberg'in Modernistler kampı da
yararsız sanat yapmıştır ama kendilerini sert bir, "kitsch"e karşı
"yüksek sanat" ayrımıyla sınırlamışlardır. Çalışan sınıfları daha
az "yararlı" olmaları yönünde esinlemek yerine, onlardan yabancılaşmış,
egemen düzenle ilişkilerini hiçbir zaman sorgulamamışlardır. Egemen ses, merkezi
olduğu için sanatları çok çabuk sıradanlaşmıştır.
Her sık tekrarlanan hareket sonunda "sıradan" olur. En iyileri, süreç içinde bizi değiştirendir.
Bunun aksine mevcut
Eylemci Sanat sıklıkla yararlı hale gelmekte, Liberallerin eşit ekonomik fırsat
için yaptıkları kulis gibi kendisinin iş olduğunda ısrar etmektedir. Çünkü bu
hareketlerin birçoğu estetik erdemlerden çok eylemciliğe vurgu yapmakta, estetiğin
bozguncu/günahkar doğasını küçümsemektedir. Estetik, bir duyarlılıktır, bir
felsefedir, politiktir ama belirli bir ideolojiyi gereksinmez, belirli bir ideoloji
olmaz, belirli bir ideolojinin üzerine yıkılmaz.
(.......)
Marxistlerin "Yaratıcı İşgücü" dedikleri kavram, bütün etkinlik biçimlerine
atfedilen benzer bir kavramdır. Yaratıcı İşgücü tutkunun bir çabasıdır ve bu
nedenle de tatmin edicidir. Einstein, bilimin amaç için araçları sağlarken,
yalnızca ve yalnızca kişiliğin amaca ulaşabileceğine inanmıştı. Bizim toplumumuzda
endüstri bireysel kişiliklerin sesini kısmıştır. Sanat yaratıcı bir yaşam için
örnek olabilir -insanlık için bir umut ışığı. Biz inanıyoruz ki, kitlesel olarak
üretilen değil, tutkunun araçlarıyla, bireylerin birlikteliğiyle yavaş yavaş
yaratılan topluluklar daha iyidir.
Bir Sanatçılar Birliği olarak, kendimizi toplulukların estetik değişimine adadık. İçinde yaşadığımız fiziksel çevreler varoluşumuzun niteliğini büyük ölçüde belirlemektedir. Çevremizdeki estetik ve işlevsel çürüme bireyler ve topluluklar tarafından içselleştirilmiştir ki bu da toplumsal çürümeye yol açmaktadır. Tutkulu oyun yaşamlarımızın içine harfi harfine inşa edilmelidir. Bu nedenle A._S.L.O.T.H. mimarları, mühendisleri, bahçıvanları, müzikçileri, yazarları... etkinlikleriyle çevremize estetik katkıda bulunan herkesi... çalışmaktan vazgeçmeye ve yeteneklerini oyuna adamaya çağırıyor.
V. DAHA GÜZEL TOPLULUK
ÖRNEKLERİ
Kooperatifler, kolektifler ve benzerleri yeni bir düzenin örnekleridir. Ama,
uyarıyoruz: kooperatif olduğunu iddia eden her örgütlenme gerçekte kooperatif
olmayabilir. Birçoğu, eski iktidar dağılımlarını yeni yollarla yeniden üretir.
Bu eğilimden kurtulmak zordur, çünkü sıklıkla tek davranış modellimiz olmuştur.
Kararlar düşünce birliğiyle alınır, örneğin, bir zorunluluktan veya sabretmemekten
dolayı tüm bir bireysel ifade engellenebilir. Bu gibi geride kalmalara veya
"geri çekme"lere neden olan etkiler ancak sabır ve üretilene değil
üretim sürecine adanmışlıkla yok edilecektir.
VI. A._S.L.O.T.H.
ÖZET
"Oyun her zaman gönüllüdür. Yoksa zorla yapıldığında oyun, iş olacaktır."
(Black)
- Zorunlu üretime meydan okuyoruz;
- İşe alma ayrımcılığına değil çalışmaya son vermek istiyoruz.
- Tam istihdam değil, tam işsizlik istiyoruz.
- Patronların erkek, kadın, siyah, beyaz olması umurumuzda değil; biz patronları
yok etmek istiyoruz;
- Düşünce ve konuşma özgürlüğü de dahil tükenmekte olan insan kaynaklarının
korunmasını talep ediyoruz;
- ve herhangi bir kayıtsızlık belasını yok etme hakkını saklı tutuyoruz.
Kuralların kendisiyle
oynanabilir. Anlamlarla oynanabilir.
HADİ, OYUNLAR BAŞLASIN!
(İngilizce bir e-mail'den çeviren: Levent Kemal)
izoleyim izolesin
izole....
içerde...
dışarısı (içeriye
dair)
bedenini çok yavaş ve uzun bir ölüme açmak istemiyorum. beni tıkmaya çalıştığın
duvarlar. susuyorum. aldığım nefesle susuyor ve bedenimi ölüme açıyorum. küstüm,
oynamıyorum.
intihar ediyorum ama etmiyorum da. "normal " bir intihar değil bu.
senin, dışarıdakinin alışkın olduğu cinsten, anlık, vurucu bir darbe. değil.
aynı ürkünç bakışı yerleştirebilirdi gözlerine, suçlanmış, biraz yere eğilmiş
biraz öfkeli bir bakış. neden bunu yaptın ki, bunu neden benim yakınımda yaptın
ki, neden benim yaşamıma girdin ki! bunu bana neden yaşattın ki!!!! ama bu değil.
bu ama biraz daha fazlası, çünkü kısa ve anlık değil, sendeki sarsıntı, tıpkı
bendeki gibi. hem senin yaşamına da girmedim, yok'um ben senin yaşamında. ölüm
olmayan yavaş ölümü olmasaydı bedenimin, hiç olmayacaktım zaten. hızlı akışta
bir an, o kadar. oysa bedenimdeki ölümün yavaşlığı seni de yavaşlatıyor, düşüncelerini,
duyumsamanı, giderek duyarlığını. daha uzun sürüyor senin de eriyişin. daha
yavaş. yavaşlatılmış kareleri gibi aynı filmin. bedenimi ölüme açıyorum çünkü
sunulmuş yaşamı istememiştim, yaşamı böyle istemiyordum. şimdi de, olmak zorunda
olanın içinde açtığım çatlaklardan vazgeçmek istemiyorum. o çatlak ben' im şimdi,
benim bedenim o çatlak. sıvanıp kapatıldığı zamanki gibi. ama istemiyorum. sıvanmayı,
kapatılmayı, dışkıya ve çamura bulanıp tıkılmayı. vazgeçişin anı ve coğrafyası
şimdi benim bedenim.
Dışarısı...
vazgeçmedim. vazgeçtim mi? yürüyorum. bakışım eğik ve yere doğru. seçtiğim adımlarla
seçmediğim sokaklarda yürüyorum. ya da tersi, sokakları seçiyorum ama adımlarımı
değil. yön önceden belirlenmiş, köksüzlüğün içinde. ama varım, buradayım ve
yürüyorum. sözlerim de adımlarım gibi. onları da seçebilirim ama ancak köksüzlüğün
içinde. parçalanmışlığın. eriyip giden yalnızca anlamları da değil sözlerimin,
onları söyleme gerekliliği. incelip yavaş yavaş yokluğa karışan. Bir de kule
beden. Onun başka gereksinimleri. o erimiyor, yok olmuyor, büyüyor ve genişliyor
hep. boşlukta tuttuğu yerle sabitlenen kule beden. sınırlı, hacimli, özle beslenmiş,
dolu, doygun, "var". kule beden. sözün içinde boğulduğu kuleyi nefesle
kuran beden. yüz çeviren. yere eğilmiş bakışla karşıdan gelene yüz çeviren.
sürgünlüğün bile yaşamı daha elverişli kıldığı oysa sürgün bile olmadığı sokaklarda
"var" olarak, "özgür" olarak ama bakışı yere dönük ya da
içine. seçeneksizlik.
mor yağmur
"Hamini tum
deest consilium cum multa invenit"
(Çok şeyle karşılaşıldığında, insan karar veremez olur.)
Adım attığımız her yerde farklı bir isimle sesleniyorlar bize, farkındasınızdır. Bu kimliklerin bir kısmı da biraz "al gülüm ver gülüm" davasıyla ilgili olarak, bizim tarafımızdan "tercihen" kullanılıyor. İşimize gelince öğrenci, emekçi, erkek, kadın... vs. olup, bir başka durumda kendimizi bu kimliklerden "arındırıveriyoruz". Tabii ki bu kimlikler binlerce yıllık sosyal kurgunun payeleri ya da tukakaları ama bunları yaşatan, yeniden var eden bizler de değil miyiz? Yani bu kimlik çöplüğünün ortasında nefes almaya çabalarken, diğer yandan ufak ganimetlerinden de (psikolojik ya da maddi yönden) faydalandığımız için, iddiasını güttüğümüz anarşist kültür de bu çöplüğün altında ışıksız kalıyor.
Kendimize seçtiğimiz "üst-kimlik" anarşizm olmasına rağmen, aile, toplum ve devlet tarafından bize "beşik kertmesi" gibi "bahşolunan" kimliklerimizin etkisinde kaldığımız durumlar oldukça fazladır. Bu davranış ve düşünce kalıplarından külliyen bir kurtuluş hareketi de, sanırım, nerede olduğumuzu, bireysel konumlarımızı ve ilişki biçimlerimizi sıkı bir takip altına almaktan geçiyor. İç ilişkilerimizde kullandığımız maço davranış kalıpları, türlü cingözlükler ya da otoriter eğilimler, hala verili kimliklerin ekseninde yaşıyor olduğumuzu açıkça ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Üstelik, bunları reddettiğimiz noktadan itibaren, kendimize anarşist dedikten sonra bile, yeni bir paradigmanın kapısını aralıyoruz. Anarko-komünistler bireycileri, aktivistler pasifistleri, ilkelciler teknoloji kullananları... vs. şunlar-bunları yeni beşik kertmeleriyle buluşturuyor. Bilmem necinin gözünde falancası en rezil pozisyonda varolan bir yaratığa dönüşüyor. Bilmem fazla mı vesveseliyim ama bu durumun altında itiraf edilmeyen bir şeylerin de yatıyor olduğunu düşünüyorum. Toplumsal ya da sistemsel kimliklerin boşluğunu başka isimlerle doldurup (tabii ki bu genel bir yargı değildir!) kendimizi güvende hissedeceğimiz, yandaşlar bulabileceğimiz yeni alanlar mı açıyoruz acaba? Diğer yandan, bu alt kümelemelerin gerekliliği ve işlevi tartışılmaz bir durumdur. Benim altını çizmek istediğim şey şu; kendisine anarko-falancı diyen bir kimsenin total red, cinsel faşizm, etnik sorunlar ya da toplumsal mücadele alanlarından soyutlanması mümkün müdür? Ne yazık ki, pratik bize böyle bir gidişat olduğunu, daha da kötüsü, anarşizm adı altında kamplaşmalar ve "kast"laşmalar olmaya başladığını göstermektedir. Bu kastlaşmalarsa ön yargıya, otoriter örgütlenmelere ya da kimi sorunların görmezden gelinerek sakatlanmış bir anarşist hareketin gelişmesine yol açmaktadır.
Elbette, her insanın kişisel duyarlılıkları doğrultusunda çalışması ve böyle bir anlayışı benimsemesi doğaldır. Fakat bir yandan da zaten atomize edilmiş binlerce kimlik verilerek puzzle'a çevrilmiş hayatımızı anarşizmin parçalanması ile yeni bir tür "paradigmalar paradoksuna" hiçbir anlam olmaksızın sokmuş olduğumuz sanısına kapılıyorum.
Yani, evet ben bir anarşistim ve anarşizmin her yaklaşımı bana eşit yakınlıktadır, demek istiyorum. Bu, oldukça "sıradan" ve "bilindik" bir yaklaşım, denilebilir belki. Bunda bir sakınca yok diye de cevaplarım; zira anarşizm insanlara içinden çıkılmaz kördüğümlerden ziyade, anlaşılabilir ve her türlü süsten uzak "basit" bir yaşam yolu açmamış mıdır? Sırf bu yaklaşım bile aslında çoğu zaman ne kadar tuhaf konularla zaman ve enerji kaybettiğimizi bize gösterebilir belki.
Anarşist bireyin kendisine yakın olan bir düşünce üzerinde yoğunlaşması ne kadar doğal ise, bu düşünceyi ifade konumuna getirerek arta kalan anarşist bütünü göz ardı etmesi de bir o kadar anlamsız ve temelsiz bir tavırdır. Bunun ismi radikallik değil, kolaycılık olabilir bence. Hangimiz, hangi sebeple, bu coğrafyadaki cinssel baskının ve sonuçlarının sendikal mücadeleden daha önemsiz olduğunu iddia edebilir ki? Ve de askeri sorunun etkisi, F tipi zindanların yol açtığından daha az önemli değildir!.. Birisi hayatlarımızı 5 m2'lik bir kuyuya gömerken, diğeri bu kuyuların varoluş koşullarını koruma altına almaktadır.
Galiba anarşizm içerisinde vücut bulan otoriter veya liberal eğilimlerle ilgili bir tartışma yürütmek, bu kimlikler karmaşasından çıkmak için en doğru olan yol olacaktır.
Hazır, sistem bize MERNİS Projesi ile tektip, "plakalı" bir kimlik dayatmaya başlamışken, biz de kendi kimliğimiz üzerinde iyiden iyiye netleşerek, "anarşist" kimliğimizle karşısına çıkalım. Madem ki tek bir kimliğimiz olsun istiyorlar, ben kendime anarşizmden daha iyi ve mümkün olanını bulamadım. Ayurıca, yönelimler arasındaki ortaklaşmanın, anarşist harekete doğurgan ve ivmeli bir kan taşıyacağına inanıyorum. Samuel Eleventiger
Poe'ya göre (şair
için);
geçmişin geri dönülmez bir şekilde kaybolması şimdi ile geçmiş arasındaki varsayımsal
bağlantının kurulması, başarılması gereken ilk hedeftir. Oysa ki, bu bağlantıyı
kurmayı hedefleyen sanatçının kabul edeceği ilk gerçek ise zamanın içinde tam
ve kesintisiz bir bağlantının asla kurulamayacağıdır. Bu bağlamda kullanılacak
teknik ise kristalizasyon olmalıdır. Çünkü mitsel yöntem öncelikle geçmişin
ve geleneğin parçalarını biraraya getirecek -ki her ne kadar Poe geleneği reddetse
de, geleneği reddedişinde ayrı bir geleneği temel almasından yola çıkarak temelsiz
kalmamak için eski Yunan ve/veya kutsal kitaplardan misal bulması gibi- yaygın
bir geniş zaman oluşturulmasını sağlar. Bu alanda metafiziği somut bir imge
düzenine dönüştüren şair, gerek bir parçayı gerekse bütünü kristalize ederek
bir ışık-gölge oyunu yaratır. Parçalanmadan çok, bağlantı noktalarına projeksiyon
tutarak bağlantı noktalarını öne çıkarır ve insanları ortak imgesel heyecanın
peşinden koşturur. Çünkü mitler (ki Poe'da daha çok "gölge" olarak
karşımıza çokmaktadır) insanoğlunun ortak algı ve deneyimlerinden kaynaklanan
duyguları uyandırmayı hedefler. Çünkü mitler insanoğlunun ortak mirası ve son
derece etkili imge kaynaklarıdır. Evet şair bir kahin kadar mitsel yöntemi oluşturmakla
görevlidir. İçeriğini yitiren ve boşalan zamanın yeniden yapılandırılması ve
canlandırılması, sözcükler aracılığıyla mitlere hayat bahşeden sanatçının çabasını
gerektirir. Çünkü bir diğer anlamda şair ömrü; geçmişin unutulmuş ve boşalmış
formlarını yeniden doldurma ve bunu geçmiş zamandan yaşanan an'a taşıma ve yapılandırma
sürecidir. Dil, gerek yapı aracı gerekse sanat biçmlendirici etken olarak söz
konusu yaratıcı girişimin ana unsurunu oluşturur -çünkü geçmişin güvenlik duygusu
ile gelecek zamanın güvensizliği arasındaki şair, insanın zamandaki sürekliliğini
sağlayabilecek denge unsurudur.
Poe, bu anlamda bir yandan, zamanı geçmişle kavramış, diğer yandan da cevabı bulduğu anda zamanı ard zamandan eş zamana taşımaya çalışmıştır. Anlatıcı ses(i) belleğin ve anımsayışın anlamında bulur kendini ve zamanı kavradığı(nı sandığı) anda karşılama şeklinde aşkınlığa dönüşmüştür.
Poe'da varoluşçuluk
sıkıntısı
Her ne kadar islam tasavvufundaki düşünürlerle paralellik arzetse de tapınma
vb. ibadet şekillerinden bahsetmemesi yolunu onlardan kesin bir şekilde ayırmaktadır.
Richard Wilbur, Poe'ya atfen "peygamber" gibi nitelemeler yakıştırda
da şair, eğer "peygamber" gibiyse yaşadığı zamanı dışlayarak geçmişe
iltica etmez.
2. Paradoks
Kendi inanmakla hatta geçmişe iltica etmekle yetinmediği gibi insanları da buna
sevketse de oyunu (son anda) yaşamdan yana kullanmaktadır. 1halbuki sanat; aşkı
duyulan sevgili ya da amaçtan (nesne vb. değil) onun için verilen heyecan anının
yaşadığı zamanda saklanır.
3. Paradoks
Halbuki ötelerdeki güzelliğe ulaşmak için en güçlü araç önümüzdeki güzelliktir.
Geçmişin ürettiği zincir halkaları silsilesini geleceğin beklediği kozmik boşlukla
örmek ve bugunu -şimdiyi- onun istediği biçimde sermektir. Şairin hristiyan
olduğu ve incil'deki ilk söz olan "ve söz tanrıydı" sözünün hayata
bakış açısını oluşturan teöelde bir ilk olduğu unutulmamalıdır.
Poe yaşamını bir yolculuk olarak algılamaktadır. Bu yolculuk Aden'e ya da Eldorado'ya ya da periler ülkesine yani mutluluğu bulmak istediği o dünyanın ve zamanın dışındaki kutsal imgeye doğru yapılan bir hac gibidir.
son söz: "herkes görmediği şeylere inanmakla emrolunurken ben- gördüğüm şeyleri reddetmekle sınanmaktayım. Calimero
"Aslında hemen herkes göründüğü gibidir."(1)
Nassı yani? Biz anarşistler, öğrenci genç orta yaşlı alkolik memur işçi işsiz ve serseri miyiz sadece - "peki anarşistliğimiz nerde kaldı" (2) ?
Anarşistlik kaygısını da bir kenara bırakmadan, biz (birazcık da) neysek o'yuz. İdeolojik ve (bir nebze de) yaşamsal marjinalliğimizin zorlamasıyla "bu mekanlarda" dolanıyoruz. Kızılay'dayız; Sakarya'dayız ve Yüksel'deyiz çünkü tutunamayanlardanız, çünkü yalnızız ve kendimiz gibilerini aramaktayız. Buralardayız çünkü azınlıktayız; buralardayız çünkü çoğunluğun üzerimizde baskı kurmasını ancak üç-beşimiz birarada durarak engelleyebiliriz. Buralardayız çünkü kentin -şu lanet olası kentin- kalbi burada atıyor ve bizler hiçbirşeye hakim olmak istemesek de hiçbir şeyin üzerimizde tahakküm kurmasını da istemiyoruz. Buralardayız çünkü kendi "yaşam alanlarımızı"(3) yaratmak zorundayız.
Kentin "çeperinde" varoşlarda, gecekondularda, (hatta kısmetse) işgal evlerinde yaşamayı da tercih edebilirdik; ki bu tarzda yaşamayı seçenlerimiz de yok değil - ama dışarda olmak dışında olmak değildir. Dışarda olmak bir gözü içerde olmaktır çoğu zaman. Çeperde yaptığımız her çalışma, ya er geç sönümlenecek ya da marjinalleşecektir. Bizim kent merkezinde yer seçmemizdeki temel etken budur; bilinçli olmasa da içgüdüsel bir tercih. Hiçbirşey değil yalnızca düşüncelerimizin yayılmasını arzuluyorsak bile, herkese -olabildiğince çok kişiye- seslenebilmemiz için burda olmak zorundayız. Çeperde yaşamayı seçmişsek bile "bir ayağımız" hep burda kalmalı.
"Biz anarşistler... insanlığı soysuzlaştıran ve ezen tüm ahlaki yalanları ve kurumları eleştirdik; ve her birimiz sahip olduğumuz tüm hitabet gücü ve şiirsellikle, iyilik ve aşk üzerine kurulu, özlemini çektiğimiz uyumlu toplumun tasvirini yaptık; ama kabul etmeliyiz ki bizi ideallerimize ulaştıracak amaç ve araçlarla pek az ilgilendik." (4)
Bana kalırsa bir mekanı "var eden" iki etmen bulunuyor; ilki "niyet", ikincisi "para". Bizler çoklukla birincisine sahip olup ikincisini bulmakta zorlandığımızdan mekan yaratmayı pek de beceremiyoruz; zaman zaman belki de "niyet"imizin yeterince olgunlaşmaması ikincisini bulmamızı engelliyor olabilir.
İtiraf etmek gerekir ki, kooperatifi(5) kurarken aklımızdan geçen temel düşünce deniz kenarında ucuza bir arsa kapatmaktı -çünkü Olimpos'a gidip gelmekten sıkılmıştık. Üstüne üstlük ayrıca kararlı Proudhoncular olduğumuzdan (ve banka kuracak kadar paramız da olmadığından) kooperatif düşüncesine hemen fit olduk. Geyik bir yana, ne olursa olsun kooperatif süreci, Ankara'daki anarşistler açısından önemli bir deneyimdi - çünkü ortak bir mekana sahip olmuştuk ve temel özelliği "anarşistlerin biraradalığı"na dayalı bu mekan üzerinden niceliksel olarak büyümeyi becerebildik.
Herhangi bir mekanın kontrolünün kim(ler)in elinde olduğu yaşamsal önem taşıyan bir konu; bizim belirleyemediğimiz mekanlar bizi belirleyen mekanlardır. Onlara ne kadar çok şey verirsek verelim bizimkinden çok mekan "sahibi"nin son sözüdür geçerli olan. Biz onları ne kadar farklılaştırırsak farklılaştıralım, bizim dışımızda tanımlanan (cafe, bar, çay ocağı, kültür merkezi vb.) bütün mekanların yalnızca bir parçası olarak kalmaya mahkumuz.
"Devlet gündelik hayatın düşmanıdır" der Lefebvre (6) çünkü "soyut mekan üretir". Ankara bir mekan olarak neredeyse bütünüyle devletin o soyut gri rengini yansıtır, o cansız soğukluğunu hissettirir. Gündelik yaşamın ve gönüllü grupların belirledikleri mekanlarsa renklilik ve çeşitlilikle doludur. Kooperatif mekanı başlı başına bu anlamda bile önemliydi; çünkü dolaysızca bizler tarafından düzenleniyor ve belirleniyordu. Dileyenler olanaklar elverdiğince kendi ürünlerini üretebiliyor ve fotoğraf, sinema benzeri (toynak içinde) "sanatsal" paylaşımlar gerçekleştirilip anarşizm ve diğer herşey üzerine teorik tartışmalar yürütülebiliyordu. Üstelik teorik ay(kı)rılıklar bütün bu işleyişe engel oluşturmuyor, tersine (bana sorarsanız) zenginleştiriyordu. Zaten yaşama aksetmeyen hiçbir teorinin geçerliliği yoktur ve aslında belirleyici olan yaşamın kendisidir. Bazılarınca teorik olarak betimlenen ayrım noktaları, soyut tartışmalardan ortaya çıktığı sürece kendini farklılaştırmanın ve ayrıksılaşmanın yanıltıcı gerekçeleridir. Kooperatifin sonu da böyle geldi; yaşam-tarzı farklılıkları sözümona
"teorik" bir kılıfa büründürülüp birilerinin kendilerini uzaklaştırma
gerekçesi şeklinde sunuldu. Oysa bir farklılık varsa -ki vardı- bu yaşamsaldı;
"mutlu aile yuvası"na karşı "dejenere gençlik! Bizler (aramızda
yaşça büyükler olsa da) ikinci grubu oluşturuyorduk ve sigara, alkol, cafe,
bar ortamından olabildiğince uzak kalmanın yollarını aramıyor da değildik. "Diğerleri"nin
sözcüsü ise henüz "kendi için salt yalın öz olarak vardı ve kendisini arı
Ben olarak nesne almaktaydı" (7); dolayısıyla kendi "mutlu aile yuvası"nı
sorgulamanın uzağındaydı.
Herneyse, bir atasözümüzün vurguladığı gibi "Yaşandı bitti saygısızca!" (8) Bence, birbirimizi "yeme" nedenimiz ne yaşamsaldı ne teorik - büyük ölçüde mekana tutsak olmanın getirdiği bulantı halinin getirdiği bir vakaydı yaşanan, "dışarı"ya dair proje geliştir(e)memenin getirdiği sıkıntıyı "içe" yansıtma hali, sık sık başımıza gelen bir "felaket". Dışarıya neden açıl(a)madık, veya açılmak istemedik? Kendi mekanımızda mutlu olmuştuk belki de; belki de aradığımızı bulmuştuk. Bunun "yanıltıcı" ve geçici bir mutluluk hali olduğunu (bütün mutluluklar yanıltıcı mıdır yoksa mutluluk diye bi'şey yok mudur bu tartışmaya girip sinirlerinizi iyiden iyiye zorlamayım), "dışarı açılmamız gerektiğini" vurgulayıp dursam(k) da sözümüz uçup gitti, suyu bulandırdık sadece (9).
Belki gerçekten de "aynı devrim iki kere yapılmaz" (10). Yine de ben hala bütün iyimserliğimle, bizim belirlediğimiz bir mekanın gerekliliğine inanıyorum - kendini yinelemeyen yenileyen, tutsak kalmadığımız, "dışarı"ya açılımlar sağlayan bir mekan yaratabileceğimize inanıyorum.
Yaz yaz nereye kadar - üzerinize afiyet yaza yaza Basur* oldum! Yaz dedim de bi' de yaz rehaveti var üzerimizde ki sormayın. Neyse işte... bu yazı da burda bitiyor ve ben şimdilik bu rahavet içinde "benliğimi hiçliğe armağan ediyorum" (11).
*Basur Özdinç
Dipnotlar:
1. "Filler
de Hatırlar"; Agatha Christie
2. "AN" 1. Sayı; Batur Özdinç (İnsanın kendisine atıfta bulunması
da ayrı bir megalomani örneğidir!)
3. Şaşıracaksınız ama "yaşam alanı" terimini toplumsal bilimlere kazandıran
kişi Adolf Hitler'dir. Kuşkusuz Nazi terminolojisine göre "yaşam alanı"
(Lebensraum) ele geçirilen (veya ele geçirilecek) bölgeleri vurgulayan bir terim.
Bizim kastettiğimiz "yaşam alanı"ysa bundan tümüyle farklı bir anlayışa
dayanıyor: "faşizme" değil "özgürlükçü komünizme" yani "reel-anarşizme".
4. Pensiero e Volonta, 1924; Errico Malatesta
5. "Kooperatif" derken neyi kastettiğimi anlayan zaten anlar. Anlamayanlar
(süreci bilmeyenler) içinse Ankara'da 1999-2000 yıllarında etkinlik gösteren
anarşistlerce örgütlenen bir kültür-sanat kooperatifinden bahsettiğimi söylemeliyim.
6. "Gündelik Hayatın Eleştirisi"; Henri Lefebvre (Bu arada kökensel
olarak Marksist olan Lefebvre'nin bu ve benzeri görüşleri nedeniyle bazı Marksist
yazarlar tarafından "ütopik anarşizme" kaymakla itham edildiğini de
hatırlatmalıyım.)
7. "Tinin Görüngübilimi"; G. W. F. Hegel
8. Burak Kut
9. bkz. (yine) "AN" 1. Sayı'da yayınlanan kooperatif sürecini eleştiren
yazı(lar)
10. Emilienne Morin; Durruti'nin karısı
11. "Bezgin Bekir"; Tuncay Akgün
Ne kadar neyim, neyin neresindeyim? Neresinden tutmaktayım, nerelere doğru sürüklenmekteyim?
'Ahlak'ı temellendirmek bir şeylere, biraz da diken üzerinde oturmak gibi bir şey olsa gerek. Hele iki dakka kıçın yerinde durmuyor, sürekli kıpırdanıyorsan acı daha da dayanılmaz bir hale gelebiliyor. Kıçın acı çekme oranının yüksekliği de, yürüyüşündeki yalpalamayı engelleyen bir şey olamıyor ne yazık ki. Hem kıçınız acıyor, hem de kalbiniz. Acı hep çekiliyor. 'Sürekli diken üzerinde durmak', çok canımı yakıyor ve iyi mi kötü mü bilemiyorum da zaman zaman.
Şu "erkeklik" olayı canımı bu kadar sıkan şey benim bu aralar. Erkek egemenlik olayı. Egemen olma durumu, her anarşistin kendini kolladığı bir bok çukurudur ya da öyle olduğunu savunur. (lütfen artık lavukları buna katmadığımı yazmıyayım, bu son olsun bu son) Öyledir ama, egemenlik dendiğinde anladığımız hep 'tahakküm, liderlik, birilerine baskı uygulamak'ın cinsiyet üstü durumudur. Gözümüzün önünde canlanan, konum-bilgi-yaş-tecrübe(?)-zeka-beceri-çok konuşmak vb. temelli tahakkümlerdir. "Tahakküm aletlerini ortadan kaldırmak her türlü tahakkümü ortadan kaldıracaktır". Yalan. Bariz yalan. Nerden çıkıyor olabilir bu düşünce? En dürüst adamı yönetici tahtına oturtursanız, hemen inmezse bir zorba olacağı lafından olmasın? Bu yalan değil aslında ama yetmiyor.
Başkasını bilmem ama ben eğer varolursa yoldaşımı bile alçaklaştırabilecek bir mekanizmayla savaşmam, savaşamam. Bunun böyle olduğuna inansam yoldaş olmam, olamam, yoldaş bulamam. Sistemin varlığı insanların onun yanında davranabilmesi için yeterli bir gösterge olamaz. Bunu böyle kabullenmek insanın ahlakı ile yaptığı seçimi de reddetmek anlamına gelir. Ki bu aslında anarşizmi reddetmek demektir. Yoldaş dediğim her insanı potansiyen bir vazgeçici, sistemle uyuşabilme ihtimali olan biri yapmak olur bu. Sanırım bunu biraz açmam gerekecek. Bir anarşist sistemin varlığını reddetmez, onun yanında olmayı kabul edenlerin sahip olabileceği statülerin ve kaybedeceklerinin neler olduğununun da farkındadır. Birilerinin rahat durumunun bir başkasının (ve başkalarının) rahatsız durumunun asıl sebebi olduğunu bilir. Sisteme karşı yaptığı mücadelede kendini onun aletlerinden ve ona alet olmadan korumaya çalışır. Bunu, muhalifliğinin temelini özümseyerek, etik temelli duruşunu hayatına geçirerek başarır. Sistemin onun üzerindeki baskılarına direnip bu baskı araçlarını reddederken, bir anlamda sus payı olan (bir anlamda da rüşvet) 'güçleri' de reddeder. Çünkü ona cinsiyeti, statüsü gibi doğuşuyla sahip olduğu şeyler üzerinden tanınan 'hakların' aslında birer kandırmaca, her türlü karşı duruşunu yozlaştıracak pislikler olduğunu bilir. (Zamanında yapılan biz de eşçinseliz esprisinin anlamı da burada ama geri kafalılık herzaman geriden geliyor işte.) Bu yüzden anarşist her türlü sistem etiketinden kurtulmaya, bir şekilde onun rolü için saptanan kostümlerden soyunmaya çalışır. Sistemle olan mücadelede onun kurallarıyla oynamayı kabul etmek, -ne kadar ahlaklı davranmakta direnilirse direnilsin- karşısındakinin kurallar içinde yaptığı hileleri de kabul etmek demektir. Bu hilelere karşı hileli davranışlarda bulunmak da karşı hareketten çok onu beslemeye ve yanlış yola sapan aracın amacı değiştirmesine sebep olur.
Anarşist erkeklerin, anarşist ya da değil kadınları ezdiğini (bilinçli ya da bilinçsiz-kasıtlı ya da değil farketmez) gördüğümde tahakkümün temellerini yanlış yerlerde aramanın ne kadar tehlikeli olduğunu farkediyorum. "Bir anarşist kadınları ezmez!" hadi yaaa! Ama bundan daha deli edici bir yaklaşım da olabilirdi: "Anarşist bir kadın kendini ezdirmez!" Eğer ezmek lanet bir virüs olarak görülüyorsa, ezilmek de en az onun kadar lanet bir virüstür. Ve bu iki virüs sürekli birbirlerini besler. Omuzumuza aldığımız şey kıçı yırtık bir çuvalsa ve her adımda ardımızda birazını bırakarak ilerlemeye çalışıyorsak yanlış bir iş yapıyoruz demektir. 'Erkek egemenlik' ve 'kadın eziklik' de o şeyin kıçındaki birer deliktir.
Neden egemen erkek tavrına karşı sessiz kalınabiliyor? 'O aslında iyi bir adam, anarşizm için en az senin benim kadar uğraşan biri, bence de rahatsız edici ama eminim zamanla bundan kurtulacaktır' lafları bir çeşit susturucu oluyor. Hele bir de eylemlilik içindeyse insanlar herkes susuyor, aslolan eylemdir diye. Ama hiçbir eylem bu konuda bahane olamaz, hatta yerin dibine batmalıdır bu tarz eylemler ve görülen yararından çok zararlıdır kanımca. Bu anlamda bilinçsiz eylemlikten çok daha iyidir bilinçli eylemsizlik. Kızarkadaşını döven tipler G8'i protesto etse, Prag'a gitse kaç yazar! O dayağı yiyen kadın devlete karşı olsa neolur, tahakküme tepkisi ne keder anlamlıdır? Yetmezmiş gibi bu 'virüs'ü daha az taşıyan erkekler için de bir güvence oluyor, daha az göze batılıyor çünkü. Kendimizi kandırıyoruz, kadınları kandırıyoruz, devrimi kandırmaya çalışıyoruz. (Yargıç tavrını insanın gözüne sokana kadar ...'nin (*) egemen tavırlarına 'ben' olarak sessiz kalmam da kendi dilime taktığım bir çeşit susturucu ve utançtı)
Erkeklerin, kadınların özgürleşmesini çabalarıyla sağlayabileceklerine inamadığım kadar kadınların da kendi kendilerine özgürleşebileceklerine inanmıyorum, tıpkı erkelerin de kendi başlarına özgürleşemeyeceği gibi. Her etki kendi tepkisini yaratıyoru hatırlayarak baskın erkek tavrına karşı oluşabilecek baskı altındaki kadın tavrının en tehlikeli halini bir an için hayal edelim. Bu hal, nede kadınlarda oluşabilecek paranoyak bir güvensizlik durumu olmasın? Benim aklıma gelen ilk şey bu oldu. Bunun tehlikeli yanı (benim açımdan) kalbimin kırılması, birlikte mücadele etmemim önünün kesilmesidir. Onlara ulaşamamam, paylaşamamam, yoldaş olamam anlamına gelir. Belki KAOS GL'nin 1 Mayıs eyleminde yaşadığı rahatsızlığın da sebebi budur, neden olmasın? Birlikte atılmayan slogan(ibne değil eşcinsel gay lazbiyen burdayızdı sanırım), onlara birdenbire sloganı ilk atanın bir heteroseksüel anarşist kadın olmasını da unutturabilir, yardımlaşma duygusuyla hareket eden anarşistlerin davranışlarını da. Daha da korkuncu, bizlere 'terörist' diye bakan eşcinselleri anlayışla karşılamaya itip, 'virüs' sahibi eşcinsellerin tacizlerini de 'karşı hareket' olarak görebilir. Ne hatalı davranışlar bu davranışlara karşı yapılan hatalar için bahanedir, ne de karşı hata bir önceki için bir sidik yarışı konusudur. Etki tepki umrumda değil bu durumda. Önce kendi içinde susuyorsa insanlar, zamanla biraz daha dışındaki insanlara karşı da susmaya başlıyor. Sonrasında tahmin edebileceğiniz gibi konuşulduğunda bir sidik yarışı halini alıyor durum.
Bu konuda yapılabilecek ya da yapmamız gereken nedir? Sanırım bunun en güzel cevabı kadın yoldaşların önerisi olandır. Kadınların ve erkeklerin kendi aralarında cinsel kimlikler üzerine konuştukları tartışma grupları. Bu tabii ki kendi başına çok fazla şey ifade etmiyor olabilir ama sanırım iyi bir başlangıç. Anarşist bir hareketi oluşturmak için tamamen vadedilmiş anarşistler olmayı beklemeyi falan savunmuyorum kesinlikle. Düşe kalka öğrenmeyi tercih ederim. Bunu yaparken temelleri yanlış noktalara oturan hareketlerin her ne kadar insanı sevindiren eylemlilikler içinde olsa da anarşizmden çok uzaklara sürüklendiklerini de unutmayalım. Sanırım kıçımızı dikenlere alıştırsak hiç fena olmayacak. KarArt
(*)Buradaki ifade
-hiç hak edilmese de- olası bir "muhbirlik" nitelemesini defetmek
amacıyla (yazarının da onayıyla) düzeltmen tarafından sansürlenmiştir.
... "Ben altmış
beş yaşıma kadar okula gitmek istiyorum", dedi Zazie.
"Altmış beş yaşına kadar mı?" dedi Gabriel, azıcık şaşırmıştı.
"Evet", dedi Zazie, "örtmen olmak istiyorum."
"Kötü bir meslek değil", dedi Marceline tatlı tatlı. "Emekliliği
var".
Bunu kendiliğinden ekledi, çünkü Fransız dilini iyi bilirdi.
"Emeklilik götüm", dedi Zazie. "Ben emeklilik için örtmen olmak
istemiyorum."
"Hayır elbette", dedi Gabriel, "biz de öyle sanıyoruz".
"Öyleyse niçin?" diye sordu Zazie.
"Bunu sen açıklayacaksın bize."
"Kendi başına bulamaz mısın?"
"Bugünün gençliği de pek uyanık doğrusu", dedi Gabriel Marceline'e.
Zazie'ye de, "Söyle bakalım, niçin örtmen olmak istiyormuşun?" diye
sordu.
"Veletlerin canına okumak için", diye yanıtladı Zazie. "On yıl
sonra, yirmi yıl sonra, elli yıl sonra, yüz yıl sonra, bin yıl sonra, hep anası
bellenecek veletler olacak."
"Ee", dedi Gabriel.
"Analarını ağlatacağım onların. Yerleri yalatacağım. Kara tahtanın süngerini
yedireceğim onlara. Kıçlarına pergeller sokacağım. Çizmelerimle kıçlarını tekmeleyeceğim.
Çizme giyeceğim çünkü. Kışın. Nah böyle kocaman (el kol). Kıçlarının etlerini
delik deşik etmek için kocaman mahmuzlar olacak çizmelerimde."
Gabriel sakin sakin:
"Gazetelere bakılırsa çağdaş eğitim hiç de bu yönde gitmiyor, biliyorsun",
dedi. "Hatta tam tersi. Tatlılığa, anlayışa, kibarlığa doğru gidiliyor.
Değil mi, Marceline, gazetede böyle demiyorlar mı?"...
EYLÜL 2001'DE 1
MİLYONDAN FAZLA TÜRKİYELİ ÇOCUK ZORUNLU EĞİTİMLE TANIŞACAK
ELEKTRİĞE PARA VERMEMENİN BAZI YOLLARI
1-Kanca düşürme: Sayaç üzerinde mühür bulunmadığı durumlarda uygulanır. Sayaç kapağı açıldığı zaman görülen ve elektrik girişini sayaç devresine aktaran kancanın vida bağlantıları gevşetilerek, bu aktarım kesilir. Bu yöntemde dikkat edilecek nokta kancayı arada bir, özellikle mesai saatleri dahilinde ve okuma tarihlerinde takıp bir miktar elektrik harcayarak elektrik idaresini kıllandırmadan durumu idare etmektir.
2-Faz değiştirme: Sayaç üzerinde mühür bulunmadığı durumlarda uygulanır. Sayaç kapağı açıldığı zaman görülen ve elektrik girişine ve kancanın bulunduğu yere giren kabloların yerleri dikkatli bir şekilde (çarpılmadan) değiştirilir. Böylece sayaç ters yönde dönmeye başlayacaktır. Bu yöntemde dikkat edilecek nokta sayaç üzerinde bulunan göstergenin son okuma tarihindeki değerin altına düşmemesidir (son gelen faturada bu değer yazılıdır). Olayı abartıp da bu değerin altına düşerseniz sayacı eski konumuna getirip evdeki bütün elektrikli eşyaları çalıştırın.
3-Disk Durdurma: Sayaç üzerinde mühür bulunduğu durumlarda uygulanır. Sayacın tepesi çok ince bir çivi ile (bir telefon teli çapında) nazikçe delinir. Bu delikten sayaç içerisine ince bir tel sokularak disk sıkıştırılana kadar aşağıya indirilir. Disk sıkışınca dönmez olur ve sayaç para yazmaz. Bu yöntemde dikkat edilecek nokta sayaca dışarıdan bakıldığında bir şey görülmeyecek şekilde kamuflaj yapmaktır (kamuflaj yapayım derken teli sayacın içine düşürmeyin). Sayacın tepesine bir miktar toz koyarak pis gözükmesi sağlanabilir.
Ek bilgi olarak; sayaç üzerindeki mührün telinin vidanın içinde kalan kısmı keserek sayacı açabilirsiniz. Sonra kesik kısımlarını vidanın içinde kalacak şekilde tekrar takıp gizleyebilirsiniz.
ÖNEMLİ UYARI!
Bu bilgiler tam anlamıyla yeterli ve güvenli değildir. Sayaca gelen elektrik
ciddi şekilde ölüm tehlikesi taşır. Uygulamadan önce konudan anlayan birisiyle
konuşmanızda fayda vardır. Elektrikten anlıyorsanız biraz kafa patlatıp işin
içinden çıkabilirsiniz.